Kurgular, kurgular, kurgular…

Yer Exxen, gök Netflix… Ne yana baksan ya düğüm olmuş bir gizem, ya cinayet, ya çözülemez gibi görünen bir akıl oyunu, ya gelecek tezahürü, ya mizah, ya bilim kurgu… Ama ille de kurgu, hep kurgu, can kurgu… Üç kuruş fazla olsun, kurgusu bol olsun. Ne kadar karışık o kadar iyi… Ne kadar tahmin edilemez, o kadar başarılı…

Dijital platformlar sayesinde kurguculuk kendine, kendince bir sanayi oluşturdu çok şükür. Yine de ne olursa olsun işin temel tanımında bir “yaratıcılık” ve “yazarlık meziyeti” var.

Hikâyecilik kıymetli iş… Ne de olsa insan beyni örüntülerle çalışan bir mekanizma. Yani hikâyeleri sever. Avlanırken maruz kaldığı aslan tehlikesini katiyen unutmaz mesela. Avını aslana kaptırıp aç kalmışsa ya da canını zor kurtarmışsa bunu hem anlatır, hem istemsizce ezberler. Çünkü hayatta kalmaya programlı beyni onu yaşam yolculuğunda tek parça sağlıklı tutabilmek için hangi yörede hangi aslanın dolaştığını, hangi avları sevdiğini ve hangi saatlerde ne şekilde ortaya çıktığını tatlı kurgu (örüntü) içinde yaşatmaya devam eder… Çünkü insan kurgulamazsa ölür. (Aslan kapar.)

Bu yüzden beynin örüntülerle çalışıyor olması lütuftur, fazlasıyla lazımdır. Günümüzde de hikâyeciliğin gücü insan beyninin örüntü kabiliyeti sayesinde çok güçlüdür hala. Belki artık “aslanın” oynadığı rolü ebeveynler, kardeşler, arkadaşlar, sosyal çevre, takipçiler, şirketler, rakipler, markalar ve ürünler almıştır ama kurgu hep aynı kurgu, örüntü hep aynı örüntü…  Mesele hep hayatta kalmak…

Dolayısıyla “kurguculuk” benim tercih ettiğim tabiriyle “hikâyecilik” zaten insan beyninin en eski işlevini çalıştırmaya devam ediyor.  İnsanî olan her hikâyenin, içinde insan nüvesi sağlam ve gerçekçi olan her kurgunun, zihnindeki karşılığı çok kuvvetli… Romanların, filmlerin ve diğer bütün kurguların insanda hala bir karşılığının olması bu yüzden… Hikâyecilik elbette değişen çağlara göre form değiştirebilir ama ölmez.

Tam da bu noktada gözden kaçırmamamız gereken hayati bir mesele var!

“Değişimi doğru yakalayan hikâyeciler hayatta kalırlar sadece.”

Tıpkı evrim teorisi gibi… Yeni yaşam koşullarına uyumlanabilen canlılar evrimleşir ve sürdürülebilirliğe ulaşabilir; aksi halde ölürler.

Günümüzün hikâyeciliği de farkındaysanız bir evrimin eşiğinde… Dijital dünyanın kurguları klasik romancılığın ya da hikâyeciliğin önüne kocaman bir set çekti bile, geçmiş olsun.

Okur tanımadığı, ismini işitmediği, güvendiği okurlardan referans almadığı yeni kurgu kitapları okumaya pek yanaşmıyor. Günümüzde çok okunan kurgulara dikkat edin, hepsi okurda referansı kuvvetli olanlardır. Yeni kurgucular artık dijital dizi platformlarında… Kitapları satmıyor ama yapımları izlenme rekorları kırıyor.

“Bu ne yaman çelişki” demeyin. Kurgu okumak artık hem daha pahalı hem daha uzun soluklu bir iş… Haftalar süren zorlu okumalara karşılık daha ucuz maliyetler ödeyerek, daha az zaman harcayarak, üstelik keyifli ve zengin bir prodüksiyonla beslenmiş hikâyeleri keyifle izlemeyi tercih etmek günah değil…

Ama buna karşılık romancılığın elinde ne kalıyor o zaman?

Madem kurguların en gösterişlisi dijital platformlarda, romanlar ne söyleyecek bundan sonra?

Yeni romancılığın form değiştirmesi gerektiği artık aşikar. Bunu tartışmıyorum bile. Üzerinde konuşulması gereken şey “içerik”…

Kurgunun romandaki gücünü dijital mecralar gasp etti belki ama hala çok kıymetli bir şey daha var kimselerin gasp etmeye gücünün yetmediği…

İnsan!

İnsanın değerleri ve duyguları…

İç dünyası, iç sesi…

Yazmak bir his yaratma sanatıdır. İnsanı anlamak­la ilgilidir. Hikâyeler gücünü olayların anlatımındaki ustalıklardan dolayı almazlar. Ne kadar çok olay, o kadar iyi hikâye anlamına gelmez. İnsanı tanımayandan zaten yazar ma­zar da olmaz bundan sonra.

Sanat yaşamın yansımasıdır, bir insan kişiliği açısından doğanın görünüşüdür, insani olan her şeyin sergilenmesidir” der José Ortega y Gasset, “Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler” adlı kitabında ve şunu da ekler sözlerine. “Bir sanat yapıtını kurtaran şey asla konusu değildir, tıpkı bir heykele değerini veren şeyin maddesindeki altın olmadığı gibi…”

Değer, gasp edilemeyendir. Şimdilik dijitalleştirilemeyendir.

İnsan nüvesine büyük kıymet veren ve insandan arındırılmış her sanatın içinin boşalacağına inan çok kıymetli bir hikâyeci tanıyorum.

Sait Faik Abasıyanık…

Sait Faik, kurgunun da gerçekçiliğine vurgu yapar her zaman. Çünkü kurgu da gerçekçi olmak zorundadır ona göre. İnsanî olmak zorundadır. Bir eseri, gerçekliğinin verdiği his kalıcı kılar. Nihayetinde romancılık da hikâyecilik de bir his yaratma sanatıdır.

Hah! Buna karşılık şiirin gücünü nereye dayandıracağız diye düşünebilir insan…

Şiir felsefeye yakındır, roman ve hikâye ise psikolo­jiye… Yani her ikisi de aslında değerler ve duygular üzerine kuruludur, temelinde insan vardır ve bu yüzden ölümsüzdür.

Romanlar günümüzdeki değerlerini artık kurgularındaki zekadan değil, içeriğindeki tahlillerin, çözümlemelerin, tartışmaların, iç seslerin, gelgitlerin gerçekçiliğinden ve insanî oluşundan alıyor.

“İnsan, izleyerek hikâye yazamaz” der Sait Faik…“Yaşamadığın şeyi nasıl yazarsın ki? Yazdığın şeyin kendi içinde bir karşılığı yoksa yazı da çıkmaz ortaya. Sahte, uydurma bir şey olur o. Kurgulamak, saçmalamak özgürlüğü vermez yazara. Kurgu­nun gerçekliği yoksa hikâyeden ya da romandan söz edemeyiz. Yaşanmış bir hikâyeyi bile gerçekçi yazamayabilirsin mesela. Her şey olduğu gibi yaşanmıştır ama sahici gelmez. Ama öyle kurgular yaparsın ki, okuduğun kahramanla tanışık olduğunu hissedersin.”

Şurası yanıltıcı olmasın sakın…

“İnsanî” kavramı yazının her türüne dahildir. Bilim kurguya da, fantastiğe de, distopyaya da, gerilime de, mizaha da… Hepsinde insan nüvesi güçlü ve gerçekçi olduğunda hikâyeler yaşamaya başlar. Fantastik yazıyor olmak sınırsızca saçmalama özgürlüğü tanımaz. Böyle düşünenler hep çok yanıldılar.

Ursula K. Le Guin’in “insanın mülkiyetçilik” duygusunu sorguladığı “Mülksüzler” adlı romanına bakın bakalım. Gücünü kurgusundan mı alıyor dersiniz, yoksa sorguladığı değerlerin ve duyguların gerçekçiliğinden mi?

Yani hala yazarlıkta insan ustalığı şart mirim!

Bu işin kolayı yok.

“Aklıma çok zekice bir kurgu geldi” demek hiçbir zaman kafi değildi zaten, yine olmayacak…

İnsan mühendisliğini bilmeyenin, eserlerinde sürdürülebilirliği yakalaması mümkün değil. Sürdürülebilirlik meselesinin satış rakamlarıyla ya da izlenme oranlarıyla karıştırılmaması gerektiği konusuna hiç ama hiç değinmeyeceğim çünkü çok yorucu…

Ben değerlerin ve duyguların yazılı eserlerdeki inkar edilemez gücünden söz etmek istiyorum. Ölmeyen kahramanların bu gücü nereden aldıklarına bakmak istiyorum…

“Kıskançlık” duygusu mesela…

Ne büyük ve ne güçlü bir his…

Başlı başına bir eser içeriği…

Shakespeare’ın “Othello” adlı oyununu hatırladınız hemen değil mi?

Othello’nun ölümsüzlüğü kurgusundaki zekada değildir, duygu tahlilindeki dehadadır. Gerçekçi olan kurgusu değil, üzerinde durup düşündüğü kıskançlık duygunu ifade edişindeki tahlil kabiliyeti ve aktarım becerisidir.

Odada bulduğu bir mendil bile yetmiştir Othello’nun aşık olduğu karısıyla ilgili delice bir kıskançlık krizine kapılıp gitmesine. Çünkü tuzağı kuran biliyordur ki “En sudan şeyler Tanrı kelamıdır kıskanç insana…” 

Othello’nun yaveri olmaya kendini layık gören ancak bu unvanı başkasına kaptırdığı için Othello’ya büyük kin besleyen Iago, kurduğu tuzakla bir kıskançlık cinnetine yol açmıştır ve kocasına sadık bir kadın olduğu halde güzel Desdemona, sevdiği adamın kollarında can vermiştir.  Shakespear’ın bu oyunu psikyatri literatürüne “Othello Sendromu” olarak, patolojik bir duygu durumunu tarif ederken kullanılmaya başlamıştır bir zaman sonra.

Othello’nun hala yaşıyor olmasını oyunun kurgusundan ziyade, yazarının ruh mühendisliğine ve bunu aktarabilme becerisine borçlu olduğumuz yeterince açık değil mi?

Dijital kurgucuların gaspına uğrayamayacak bir güçten söz ediyorum burada. Duyguların ve değerlerin tahlil edilirkenki gerçekçiliğinin ne kadar kıymetli olduğundan…  

“Gurur” mesela…

Bu da çok güçlü ve üzerinde çok durup düşünülmesi gereken bir duygu değil mi?

Başlı başına bir eser içeriği daha işte…

Biliyorum… Şimdi de Cyrano de Bergerac’ı hatırladınız… Yazarının ismi gelmez belki aklınıza ama Cyrano’nun her sözü eminim satır satır aklınızdadır. Çünkü bu eser de çok kıymetli bir iç tahlilin sonucudur. Gücünü kurgusundan değil duygusundan alır. Duygusunun gerçekliğinden ve insancıllığından…

Cyrano, Gaskonyalı bir kılıç ustası ve şairdir… Gaskonya beylerinin olduğu bir birlikte görev yapar. Çok büyük bir silahşördür. Cesareti hayranlık uyandırıcıdır. Tokgözlüdür ve en önemlisi de çok ama çok gururlu bir adamdır.  Şiirleri dergilerde yayınlansın diye bir satırının bile değiştirilmesini kabul etmez.  Utandığı kocaman bir burnu vardır ki bu yüzden Roxanne’e aşkını ilan etmekten imtina eder, utanır, kaçar. 

Sevdiği kadın mutlu olsun diye onun âşık olduğu genç sevgilinin ağzından mektuplar yazıp yollar. İkisi arasındaki ilişkinin romantik ve güçlü olması için çabalayıp durur.  Yıllar sonra Roxanne mektuplarına âşık olduğu adamın Cyrano olduğunu anlamıştır ama iş işten geçmiştir artık. Cyrano ölmek üzeredir.  

Ne kadar acı ve zorlu bir hayat yaşamış da olsa hala gururu sapasağlam, lekesiz ve kırışıksızdır. İnandığı hiçbir değerden, bedeli ne olursa olsun caymamıştır.  O kocaman burnuyla her zaman dik, mağrur ve güçlü görünmeye devam etmiştir. 

Son nefesini verirkenki sözleri bugün bile burnunun direğini sızlatıyorsa insanın bu hikâyenin duygusundaki güçten ve gerçekçilikten dolayıdır işte, kurgudan değil…  Cyrano’yu ölümsüzleştiren gururudur… Ne yaptığına değil, neden yaptığına odaklamıştır okuru…

Demem o ki…

Dijital kurguculara rağmen hala roman yazacaksanız “Kimsenin aklına gelmeyen çok karışık, acayip zeki bir kurgu buldum belki bunun filmi de olur” kaygısı yerine duyguların ve değerlerin sahiciliğine mesai harcamayı deneyin derim. Çünkü bir tek bunu alamazlar elinizden… Bir tek bunu dijitalleştiremezler…

Her şeyimi koparıp alın, defnemi, gülümü, her şeyimi…
Ama öyle bir şeyim var ki alıp götüreceğim onu tanrı huzuruna çıkarken.
Kurtuluşum süpürecek mavi nuru.
Lekesiz, kırışıksız…
Ne yaparsanız yapın götürüyorum onu!
O benim!
GURURUM!

Cyrano de Bergerac