Bir mitoloji kahramanı olduğunu hayal et.
Nasıl bir kahraman olmak isterdin? Şimdiye dek duyduğun hikâyelere benzer miydi hikâyen?
Belki Prometheus gibi tanrılara kafa tutuyorsun, sonra insanoğlunu yaratarak onlara tanrılardan çaldığın ateşi (bilgiyi, uygarlığı) vererek düzeni değiştiriyorsun.
Belki de Narkissos’sun, lanetlendin ve su içmek için eğildiğin gölde yansımanı görüp kendine âşık oldun. Yemeden içmeden kesilerek sadece yansımanı izleyerek ömrünü tükettin.
Ya da yarı kadın yarı yılan Şahmaran’sın. Bilgesin, şifacısın, doğanın dengesini koruyorsun. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’sin belki, büyülü göğüslüğün sayesinde dünyanın en göz alıcı ve çekici kadınısın. Ama kız kardeşlik ruhunu benimsediğin için göğüslüğünü bir tur Zeus’un aklını çelmek isteyen Hera’ya ödünç vermeyi de ihmal etmiyorsun.
Muhtemelen oldukça sıra dışı ve cazibe uyandıran özellikleri toplardın kendinde. Yiğitlik, cesaret, adalet, iyilik, güç, cazibe… Uğruna savaştığın değerlerin olurdu. Tanrıların laneti olarak da zaaflarının ve zayıflıklarının yükünü taşırdın. Yüce erdemlerinle destanlara, zaaflarınla tragedyalara konu olurdun. Hem aydınlık hem de karanlık taraflarınla tanırdık seni.
Şimdi yarattığın kahramanı bugünün dünyasına getir ve modern dünyanın alışkanlıklarının içinde gezinmesine izin ver. Tepkisi ne olurdu sence?
Yok olan doğa, kupkuru ve betonlaşmış şehirler, ilerlemiş teknoloji ve çılgın dijitalleşmeden dolayı şaşkınlığa uğrardı muhtemelen. Teninin rengini kaybetmiş insanları gördüğündeyse şaşkınlığı artardı. Bizse solgun yüzümüz ama yapay neşemizle kahramanımızı teselli etmenin yollarını arar, kendisine bugünün dünyasının çalışma prensiplerini anlatır, göz alıcı kıyafetlerinin ya da yeteneklerinin daha görünür olması için kendisini sosyal medyada parlatmasının gerekli olduğunu, insanların artık vitrine bakmayı tercih ettiğini, kitlelere ulaşmanın en hızlı yolunun bu olduğunu söylerdik. Kahramanımız kendi ruhsal eğilimlerini bir kenara bırakır filtre seçmeye başlardı sanıyorum. Onu yıldızları göremeyeceği bir apartman dairesine yerleştirir eline de netflix kumandası tutuştururduk. Aslında gerçekte yaşadığı hikâyelerin filmlerde nasıl eğilip büküldüğünü görünce Hollywood’a söverdi ve ardından sorardı “Tüm bunları bunun için mi yaşadım?”
Analitik psikolojinin kurucusu Filozof-Psikiyatr Carl Gustav Jung, bugünün vitrin insanını persona kavramıyla açıklar. Aslında persona kolektif bilinçdışının bir parçasıdır ancak bugün tamamıyla bizi ele geçirmiş kısmıdır dersek yanılmayız.
Persona, insanın dış dünyayla uzlaşma çabası içinde taktığı bir maskedir, kişiliğimizin dış dünyaya ait olan bölümüdür. Aslında ne olmadığımızdır. Adını antikçağda aktörlerin oynadığı rolü göstermek için yüzlerine taktığı maskeden alır. Bilinçli ya da bilinçsiz şekilde taktığımız bu maskeyle kendimize bir vitrin oluştururuz ve bu vitrine yapay parçalar ekleriz. Dış dünyadaki ilişkilerimizi bu maskeyle düzenleriz. Toplum da bizden bunu ister, böylece toplumda neysek o oluruz. Bir öğretmen öğretmen gibi davranır, bir rahip ise rahip gibi. Bir ayakkabı tamircisinin rahip gibi davranması istenmez örneğin. Herkes vitrinine göre davranır kısacası.
Persona insan için iki tehlike barındırır. Gelişimi önemsenmediğinde dünyada konumunu belirlemekte sıkıntı yaşayan huzursuz insan ortaya çıkar, kendi kişiliğinin gerçekleştirmesi gereken parçasını ortaya koyamaz. Fazla benimsendiğindeyse kişi kendisini rolüne fazla kaptırır ve kendine yabancılaşır. Bir nevi VR gözlüğüyle oynadığı oyunda kaybolması gibi…
Oysa gerçek kişilik, maskenin altında gizlidir.
Persona aslında biraz da karmaşık bir sistemdir hem toplumun beklentisine göre şekillenir hem de kişinin nasıl biri olarak görünmek istediğiyle yani içsel eğilimlerle ortaya çıkar. Ancak önemli bir şey vardır der Jung, bu asla gerçek kişilik değildir.
Bugünün dijitalleşen dünyası personalarımızı daha fazla ön planda tutmak için çabalamamızı istiyor. Personayı güçlendirmeye çalışan bir sistemde hayatta kalmaya çalışırken de gerçekte kim olduğumuzu unutuyoruz. Dış dünyanın geçici ve ömür törpüsü değerlerinde zımparalandıkça tükeniyoruz. Sınırlı bir yaşam alanına sahip olması gereken persona, tüm hayatımızı istila ediyor. Campbell’ın dediği gibi; “Dış değerlerle ilgili amaçlara ulaşmak için yapılması gerekenleri yapmakla o kadar meşgulüz ki yaşamakla ilgili olan iç değerin, coşkunun ne olduğunu tamamen unutuyoruz.” Tam bir unutma hali yaşadığımız.
Bugün artık duygularımız da, değerlerimiz de tepetaklak oldu. Korku, anksiyete ve huzursuzluk çağındayız. Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filmindeki çarklar artık daha hızlı dönüyor ve daha fazla sıkıştırıyor bizleri. Hepimiz o çarkın içindeyiz. İşte antik yaşantıdan bugüne insanlığın serüveni…
Bugün yaşamın anlamlı olmasına eskisinden de fazla ihtiyaç duyuyoruz. “Tüm bunların ne anlamı var?” sorusunun cevabının “Şaka yaptık” olması hepimiz için can acıtıcı olurdu sanıyorum. Jung’a göre bugünün nevrotik insanını yaratan da budur. Ona göre nevroz kendi anlamına ulaşamamış bir ruhun acı çekmesidir. Üstelik nevroz sadece bireysel yaşantıyla sınırlı da kalmaz, bireyin yaptığını toplumlar da yapar, toplumlar da hastalanır, depresyona girer, psikoz geçirir ve kontrolü kaybeder.
Arzu ve isteklerinin tatminini dış dünyada arayan her insan korkunun kırbacıyla sürüklenir, dünyanın sığ ve derinliksiz şeyleri için umutsuz bir çaba ve kör bir istekle içine düştüğü boşluktan kurtulmaya çalışır. Tatmini olmayan bu arayış ve çabalamanın sonundaysa ruhunu kaybeder. Her yere koşar, her şeyi dener. Aradıkları dış dünyada değildir oysa ruhunu bulacağı tek yer kendisidir.
Bu kulağa ilk başta fazlasıyla dinsel bir mesaj gibi gelebilir, Kabala’dan İncil’e, Antik Yunan’dan I Ching’e didiklemedik din, öğreti, anlayış bırakmayan Jung’un çoğu mesajı kutsal kitaplardan alıntılar barındırır. Ancak sırtını felsefeye, bilimsel metodolojiye yaslamak için oldukça titiz bir çaba yürüten Jung, bir ruh çözümlemecisi olarak merkez bir nokta belirleme çabasında olmuştur hep. Hayatını adayacağı psikoloji ve felsefe çalışmalarının amacı da yol nereden geçerse geçsin yaşamı daha sağlıklı, anlamlı ve mutlu bir hale getirmektir. Bunun da yolu tüm kıyafetlerden soyunarak kişinin kendisini bulması, ruhunu keşfetmesi ve bütünleşmesi yani bireyleşmesidir.
Carl Gustav Jung, akıl hastalığı ve mitoslar arasındaki ortaklıkları incelemeye başladığında mitlerin ona nasıl bir kapı araladığını fark etmişti. Tedavi ettiği kimi hastaların anlattığı hayaller ve rüyalarda birtakım ortak imge ve arkaik semboller görmüştü. Kolektif bilinçdışı ve arketipler olarak adlandıracağı kavramlarla aslında insan psikolojisinin biyolojik haritalamasını yapıyordu. Nasıl ki madde dünyası atomlar, quarklar ve moleküllerden oluşuyorsa insan psişesinde de benzer bir mekanizma vardı ve bugünün insanı kadim insandan bugüne aktarılan bilgilerin bir taşıyıcısıydı.
Mitler, insan doğasının en temel açıklanma biçimleridir. Kolektif bilinçdışının lisanıdırlar ve her çağda, her toplulukta var olmuşlardır. Bugün de vardırlar. Dinler, şiirler, masallar, ninniler, şarkılar hepsi mitleri ortaya çıkaran benzer yaratıcı gücün ürünleridir.
Mitler, görünen dünyanın ötesindeki dünyayı anlamak ve bu dünyayla ilişki kurmak için rehberdirler. İnsanın ruhani potansiyeline erişen ipuçlarıdır. Dinlerin, mistik inançların ortaya çıkışının kaynağı mitlerdir, antik çağlardan bugüne aktarılan bilgi parçalarıdır. Mitlerin temel motifleri aynıdır ve her çağda hatta bugün bile kendini tekrar eden motiflerdir bunlar. Sadece kostümleri değişir, bu değişimin nedeni de farklı zaman ve kültürlerde ortaya çıkmasıdır. Örneğin der Joseph Campbell neden yargıçlar sıradan bir takım elbise yerine siyah bir cübbe giymeyi tercih ederler? Ona göre bu düpedüz gücün ritüelleştirilmesi, mitleştirilmesidir, biz cübbenin huzurunda saygı gösteririz, içindeki insanın huzurunda değil.
Kuru bilgiyi tekrarlamanın zihinsel bir geviş getirmeden öteye gitmeyeceğini söyleyen Jung, ruhsal deneyimin peşindedir. Zihin anlamlarla, kavramlarla ilgilenir, ruh ise deneyimle. Mitleri okuyarak içsel âleminizle temas eden noktaları bulmak kendi bilinçdışınızın derinliklerini keşfetmek size “hayatta olma deneyimi” verir. Bugün de zaten peşinde olduğumuz şey bu değil mi? Bunu sadece yüzeysel ve sığ bir dünyada yapmaya çalışıyoruz, hepsi bu.
Jung hayatta olma deneyiminin formülünü şöyle özetler: Kendi mitini yarat!
Peki, ama insan mitini nasıl yaratır? Dahası yarattığı şeyin gerçekten kendi miti olup olmadığından nasıl emin olabilir?
Burada araya ödüllü Fransız yazar Michel Houellebecq’in kapitalist dünyanın yabancılaştırdığı insanların halini anlatan Temel Parçacıklar romanından bir alıntıyı eklemek istiyorum. Kendisi bugün tam olarak ne yaptığımızı basit bir şekilde özetliyor:
“Bruno bir birey sayılabilir miydi? Organlarının çürümesi onun sorunuydu. Öte yandan yaşama hazcı bakış açısı, bilinci yapılandıran etki alanları ve arzuları onun tüm kuşağına özgüydü. Deneysel bir hazırlık yapılması ve bir ya da daha çok gözlenebilir öğenin seçimi, atomik bir dizgenin kimi zaman cisimsel, kimi zaman da dalgalı belli bir davranış biçimi kazanmasını nasıl sağlıyorsa, Bruno da bir birey gibi görülebilir, ama başka bir açıdan da, yalnızca tarihsel bir açılımın edilgen bir öğesidir. Güdülenmeleri, değerleri, arzuları: bunların hiçbiri çok az da olsa, onu çağdaşlarından ayıran özellikleri değil. Yoksunluk içindeki bir hayvanın ilk tepkisi, genellikle, var gücüyle hedefine ulaşmaktır. Örneğin, aç bir tavuk (Gallus domesticus), yem yemesi tel kafesle engellendiğinde, giderek artan çılgınlıkta bir çaba harcayarak bu kafesin öte yanına geçmeye çabalar. Ama yavaş yavaş, bu davranışın yerini, görünüşte amaçsız başka bir davranış alır. Örneğin güvercinler (Columba liva) aradıkları yemi bulamazlarsa, yiyecek hiçbir şey bulunmayan yeri sürekli olarak gagalarlar. Yalnızca boşu boşuna gagalamakla kalmaz, sürekli olarak kanatlarını da temizlerler; yoksunluk ya da çatışma durumlarında sık görülen böylesi bir davranışa ‘telafi etkinliği’ denir.”[1]
Hayat kusurlarımızı telafi etme çabasıdır. Peki, biz neyi telafi ediyoruz? Neleri gagalıyoruz? Tamlığa ulaşmanın yollarını kovalıyor muyuz? Arkasında durduğumuz değerler var mı? Dünyayı kurtarmaktan bahsetmiyorum ancak bahsetmek istediğim bireysel bir kurtuluşla da sınırlı değil, en azından ruhumdan doğan fikir bu, Jung da zaten bunu sıkça vurguluyor. Aydınlanmış bir keşiş ya da büyük bir icadın mucidi bulduklarını kendisine sakladığında arayışını da nihayetlendirmiş olmaz gibime geliyor. Kahramanı kahraman yapan da budur işte, bulduklarını sadece kendisine saklamayıp eylemleriyle topluma da öncülük etmesi. Kendini yok etmiş değil, kendini her yönüyle tanımış, ahlakçı ve engellenmiş dünyanın kurallarına boyun eğmeyip kendi özgürlüğünün farkına varmış, sadece aydınlığı değil karanlığı da idrak ederek bütünsel varoluşunun doğasını tanımış, iyi ve güzel için çabalarken çirkinliği ve kötülüğü de bilmiş… Üstelik kötülüğü de bilmek zorunda, gerektiğinde ona hâkim olabilmek için.
Yaşamın daha derinlerine inmek, sadece tüketmenin ve yaşamı harcamanın ötesinde başka anlamlar keşfetmek ölümlü ve âciz olan bizlerin yani hepimizin hayatını daha dolu bir hale getirmenin yollarındandır. Herkesin kendimden işe yarar bir şeyler bulup çıkarabilir miyim sorusunu kendisine sorması gerekir. İnsanı bireysel tamlığa ulaştıracak dönüşümün kapısı burada gizlidir. Bu bir banka hesabını şişirmekten ya da dış dünyanın gelip geçiciliğinde sahte şeylere tutunmaktan çok daha değerlidir Çıkış kapılarımızsa mitler ve rüyalarımızdır… Onlar hâlâ bizimle konuşur, unutulmuş bir lisanda hikâyeler anlatırlar. Her mitolojik kahramanla ortaklaşa kullandığımız şeyler vardır. Adalet uğruna savaşan bir yarı tanrı bir gün bizim de içimizde beliriverir ya da bilgelikle dolup taşmak uğruna yüzünü dış dünyadan çevirip kendini geliştirmeye verir insan. Ancak o kadar uyuşturulmuşuzdur ki neye ihtiyacımızın olduğunu göremeyecek kadar sarhoşuzdur.
Mitlerin çözülmesi imkânsız değildir yeter ki insan o sese kulak vermeyi bilsin. Yeter ki o hikâyelerin, arketiplerin canlı bir şekilde bugün yaşamın içinde dolandığının farkına varsın.
Mitlere kendinizi açın, labirentlerin içinde dolanın, canavarlarla yüzleşin, yaşam pınarlarından sular için. Anlatılan hikâyelerin aslında kendi hikâyeleriniz olduğunu gördüğünüzde kendi hikâyenizin kahramanı olmak için bir adım atacaksınız. Bugün ölmeye yüz tutmuş kimi değerleri gerçekten hatırlayacaksınız ve “Tüm bunları ne için yaşadım?” sorusuna verecek dolu dolu bir yanıtınız olacak.
“Mitler, kendi mükemmellik olasılığınızın, gücünüzün çokluğunun ve dünyanıza güneş ışığı girmesi olasılığınızın farkında varmanız için size ilham verir. Canavarları öldürmek, karanlık şeyleri öldürmektir.”[2]
[1] (Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, Çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, sf. 173,174)
[2] Joseph Campbell