“Gerçek okur bir metnin gizini, metnin boşluğunu anlayan okurdur.”

Umberto Eco

Bu güne kadar hemen her disiplinin üzerinde en çok konuştuğu, tartıştığı konulardan birisi de “anlam” kavramı olsa gerek. Anlam bilgisi de “dil ile düşünce arasındaki” bir organizasyondur. Bu yapı­nın işleyişi ise sadece “anlaşılabilirliğe” indirgenemez. Dil ile düşün­ce arasında gerçekleşen dinamik işleyişin sonuçları da kişiden kişi­ye değişiklik gösterir çoğu zaman. Algılayıcısının eğitim durumu­na, duygu durumuna, kültür durumuna, içine doğduğu coğrafyaya hatta cinsiyetine göre anlam çoğalır ya da azalır. Hatta algılayıcının imgelem dünyasında çoklu çağrışım yaratması da sık görülür.

Kurmaca metinlerde de, anlam sadece anlaşılabilirlikle sınırlı değildir. Bir yanıyla metni oluşturan anlam hikâye boyunca sü­rerken, yan anlamlar, mecazlar, benzetmeler, eğretilmeler, aktar­malar, ironiler metin içinde kendisine yer bulur. Çok anlamlı, zıt anlamlı, alt anlamlı, soyut anlamlı, anlam daralması ya da genişlemesi olan, başka anlamlara geçişler görülür yapıtta. Bü­tün bunların yarattığı duygu değeri de metne dâhil olur. Üstelik bu duygu durumunun iki öznesi vardır; yazar ve okur. Yazarın metni kurarken peşinde olduğu anlam arayışındaki serüveni çok parçalı, sürprizlerle doluyken, okurun duygu durumu sadece metnin yol göstericiliğinde şekillenir. Sıkı sıkıya planlanmış ve ideolojik kesinlemeyle çevrilmiş bir kurguya odaklanmamışsa yazar, anlamı da yazarken arayıp bulur. Okur ise kurulmuş anla­ma odaklanır; ya içselleştirir ya da o anlamdan uzaklaşır.

İnsanın anlam arayışı üzerinden binlerce yıldır sürdürdüğü ça­tışıklı yönelmelerin merkezini iki noktada toplayabiliriz: Tanrıyla Anlam ve İnsanla Anlam. Anlamı tanrıda ya da insanda bulmak. Öyleyse insan hangisini tercih ederse etsin hayatın anlamını kur­mak ve hayata tahammül etmek için, kendi varlığını da bağlamak durumundadır. Bunun için de, bir yapıt-bir eser yaratarak varlı­ğıyla, anlam varlığı arasında ilişki kurar. Bu da tek başına yeterli olmaz; çünkü varlık aynı zamanda sosyal bir olguya evrilmiştir, bu nedenle de yaşamıyla etkileşim arasına mutlaka farklı insanlar, kültürler, değerler olur. Bu onun toplumsallaşmasıdır aynı zaman­da. Anlam katmanında tutunmaya çalışan insanın bir de yaşana­caklara karşı tavır geliştirmesi gerekir.

Görüldüğü gibi anlam arayışı evrim geçirmektedir. Her dö­nemin kendine özgü olan sorgulaması nedeniyle de yazar tek bir içerik ve biçimle hareket edemez, değişimlerin, dönüşümlerin izleyicisi olmak zorundadır. İdeolojisine, ön kabullerine, içinden geldiği ahlak kurallarına, geleneklere ya da yasaların belirlediği sınırlara kurban edeceği bakış biçimi, onu giderek tutuculaştırıp gericileştirecektir. Bu nedenle yazar, çağın değişen değerlerini okuma konusunda öncü olmak durumundadır.

Öyle gözüküyor ki metinler daha da esnek bir yapıya bürünecek, melezleşecek ve bir karnavala dönüşecektir. Ona doğrudan ideolo­jik bir dil ile müdahale etmek zorlaşacak, katmanlar arasındaki et­kileşim buna izin vermeyecektir. Yazarın, yaratım süreciyle birlikte metnin oluşumunda rol alan Coşku evresi, Dilsel denetim evresi, Beğenisel evre, Biçimsel evre, Vicdani evre ve Düş gücü hiç bir ko­şulda tek bir bakış açısıyla sınırlandırılamayacak hale gelmiştir.

Yazar günümüzün anlam katmanları arasında dolaşırken sık­lıkla rastlayacağı bilinç akışı, kendiliğindenlik, sonuçsuzluk, yer vermemek, indirgemek, soyut dışavurum, olmayan ama olabi­lecek anlamlara, dil ve düşünce tasarımlarına karşı da hazırlıklı olmalıdır. O nedenle günümüzde bir metni sadece anlam ve anla­şılabilirlik üzerinden kurmaya yönelmek oldukça zayıf bir duruş olacaktır. Çünkü anlaşılabilirlik anlam katmanının en eski ve ge­leneksel halkasıdır. Yaşam anlaşılabilirliğin üzerine oldukça yeni şeyler ekledi ve bunların çoğu “anlaşılabilirlikle” anlaşılamayan şeylerdir. Bu varlığını sezdiğimiz, gelişini hissettiğimiz ama an­lamlandıramadığımız şeyler karşısında mekân ve zamandan ko­puk metinlere de daha sık rastlayacağız.

Don Kişot (Don Quijote) 1605 yılında yayımlandığında, onu dönemindeki romanlardan farklı kılan birçok özelliği vardı. En önemli özelliği ise kuşkusuz anlatıcının ya da yazarın metinde ser­best salınımlı bir kurguya yönelmesidir. Rastlantılar, ironi ve pa­rodinin sıkça kullanıldığı bölümler, anlatıcının yerleşik ahlak anla­yışına karşı duruşu, şövalyeliğin sonunun geldiğini dolaylı olarak duyumsatması, onu toprağa bağlayan iradeden çıkartıp gezgin bir kişiliğe büründürmesi…

Roman, La Mancha köyünde yaşayan, yaşı 50’ye yaklaşmış bir Hidalgo’nun (İspanyol asilzadeliğinin en alt kısmının temsil edenlere verilen adlandırma), romanın başkahramanı olarak kurgulanmasıyla başlar. Bu kahramanın bir soyadı yoktur, anlatıcı bunu okur için gerekli görmez. Yazar, zamanın büyük bölümünü şövalye romanı okuyan bir kişi olarak tanıtır kahramanını. Hatta bu durum kahramanımız için bir takıntı halindedir. Hem kendi gerçeğini hem de hayal gücünü şövalyeliğe odaklar. Onun için ar­tık tek bir gerçek vardır, o da şövalyelik gerçekliğidir. Aklını iyice kaybettiği bir zamanda, dünyanın en çılgın düşüncelerinden birisi gelir ve hem kendi sınıfını-şerefini yüceltmek hem de ülkesine hiz­met edebilmek için GEZGİN ŞÖVALYE olmaya karar verir. Zırhı­nı kuşanıp, atına atlayıp dünyayı dolaşmaya karar vermeden önce, Ortaçağ’ın asilzadelik duygularıyla bütünleşir ve sıradan çelimsiz bir beygir olan atına Rocinante (en önde gelen) adını verir. Yolcu­luğa çıkmadan önce sekiz gün kadar kendine özel bir ad bulmak için bekler. Yüksek soylu erkekler için kullanılan Don sözcüğünü de ön ek olarak kendisine yakıştırır. Gerçek bir şövalye olmanın son adımı da bir sevgili bulmaktır. Onu da komşu köy olan Toboso’dan, Aldonza Lorenzo’yu seçer. Ama kahramanımız bu ismi de değişti­rerek ona Tobaso’lu Dulcinea adını verir. Artık büyük serüvenler için gerekli olan hazırlıklar yapılmış hatta biraz geç bile kalınmıştır. Gecikmesini dünya için bir eksiklik olarak gördüğünden, bir yaz sıcağında şafak vakti kimseye görünmeden yola çıkar. Kat edeceği yollar için en küçük bir düşüncesi, bilgisi ve öngörüsü yoktur. Atı hangi yolu izlerse yolculuk o yöne olacaktır, çünkü onun için ger­çek bir gezginlik ya da serüven rastlantılarda oluşur.

Roman çoklu anlam katmanlarıyla, bir yandan zaferleri bir yandan yenilgileri iç iç anlatarak mutlak zaferin olamayacağını sezdirir. Kazanmak ve kaybetmenin bir denge olduğunu dolaylı olarak söyler. Vladimir Nabakov; “Don Quijote’nin dövüşlerinde toplam yirmi zafer ve bunu kusursuz bir şekilde dengeleyen yirmi yenilgisi vardı” der. Roman boyunca bir mit yıkıcısı olarak kulla­nılan ironi ise, şövalyeliğin sonunun geldiğini duyumsatır. Daha­sı, feodalizmin çözülmeye başladığını alt metin olarak verir. Aynı zamanda yeni üretim tarzıyla birlikte, yeni insan tipinin de “birey” olacağını, böylelikle yaşamın bireylerle birlikte bir serüvene dö­nüşeceğini de söyler. Bir bakıma seküler edebiyatın önünü açan bir romandır Don Kişot. Özellikle de şövalye ve onun sadık seyi­si Sancho Panza’nın diyaloglarında psikolojik süreçler vardır. Yol boyunca rastladığı hancıları şövalye, fahişeleri hizmetçi, rahipleri büyücü, yel değirmenlerini korkunç bir dev olarak gören kahra­manımız bir yandan da bunlarla mücadele eder.

Cervantes, 17. yy. edebiyatında, yeni kurgu anlayışını başlatmış yazar olarak, dönemin egemen Pikaresk anlatısını da yıkar. Görül­düğü gibi yeni bir sıçrama dalgası geldiğinde, o dalganın sürükle­yip atacağı yerleşik değerler olacaktır. Geleneksel olana karşıt ya da geleneksel olana hiç dokunmadan kendisi için örgüleyeceği bir yaşam biçimini önerecektir yeni kurgu anlayışı. Böyle dönemler­de sanat-edebiyat da kendi dinamikleriyle yeni bir estetik kurma arayışına girecektir. Geleneksel olan “ne olduğuyla” ilgilenirken, yeni olan “ne olabileceğine” kafa yoracaktır. İlki, dün ile bu gün arasında bir bağlantı üzerinden hareket ederken, ikincisi bu gün ile yarın, yarın ile uzak yarın arasında bağlantı ve anlam arayışın­da olacaktır. Edebiyata yöneldiğimiz her an, dil bilimsel bir ya­pıyla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Bu nedenle anlatıyı oluşturan dramatik olgu, gerçeklik, sezgi ve politik duruş “ne anlattığımızı”, “nasıl anlatacağımıza” yönlendirecektir.

Olay örgüsüne bağlı kalmadan, daha marjinal bir dili zorun­lu kılan zamanlar önce Ütopik metinleri ortaya çıkardı, sonra bu metinlerin kurmacasının karşılamadığı yeni sosyo-ekonomik ge­lişmeler Distopik metinleri ortaya çıkardı. Derken şimdi de ya­şadığımız şu günler, Apokaliptik metinleri gündemimize taşıdı. Yani kıyamet ve kıyamet sonrası ortaya çıkacak olan sanat-ede­biyat anlayışını, varsayımlar içinde ele alan yeni bir deneysel alan açıldı önünüze…

Bunlardan bahsediyor olmamız bile, çok katmanlı bir yazın-kurmaca alanına doğrudan işaret ediyor. Bu metinlerde dil ile dü­şünce arasında oluşan yaratıcılığın çoğu zaman yapıcı değil yıkıcı olduğunu da göreceğiz.