“Hikâye, başımıza gelenler değildir. Yaşadığımız olaylar değildir. Hikâye, bütün bunları nasıl anlattığımızdır.” diyor tanıdığım en iyi hikâye anlatıcılarından olan Erol Hızarcı. Bunu uzun süren yakın arkadaşlığıma veya dostluğuma hürmetten söylemiyorum, inanarak söylüyorum.

Son romanı (aslında uzun hikâye demek daha doğru, Amerikancasıyla, novella) Ahbap Ferdinand’la yine beni şaşırtmayı ve kendine hayran bırakmayı başardı.

Sonda yapacağım eleştiriyi de baştan yapmak istiyorum, kitabın ismi -bir yayıncı olarak söylüyorum- olmamış. Kapitalizmin tabiî ki de bunun sonucu olarak satış yapmanın bu kadar korkunç olduğu bir çağda maalesef ürünümüze doğru ismi bulmak zorundayız. Çünkü çağımızda bir ürünün içeriğinden daha fazla kabı dikkat çekici olmak zorunda. Erol bu ismi seçerek okuyucunun “Ya ben bunu zaten biliyorum, hani şu kurban bayramında kaçıp denizde yüzen inek değil mi?” diyeceğini tahmin edememiş. İnsanlar bildiklerini sandıkları şeyi maalesef okuma zahmetinde bulunmuyorlar. Hâlbuki Erol’un anlattığı sadece bu hikâye değil, bu hikâye üzerinden hayatı sorgulamak ve sorgulatmak. Aynı zamanda bu hikâye üzerinden mini bir ütopya da sunuyor bize. Neyse yayıncı tarafıma dur deyip, kitaba geleyim.

Öncelikle bu roman (novella) için söyleyeceğim şey klişe olacak. Birçok yazarlık okulunun, eğiticisinin size ilk söyleyeceği şey, “Klişelerden uzak durun!” olsa da bazen klişeler bir olayı anlatırken inanılmaz ön açıcı da olabiliyorlar. Ben de bu yazıda klişeleri kullanacağım, bu kitabı anlatmak için başka, herkesin çok iyi bildiği, çok iyi bildiği için de daha kolay anlayacağı başka kitaplarla kıyaslayacağım.

Ahbap Ferdinand’ı bitirdiğimde beynimin kıvrımlarında kalan tat biraz Hayvan Çiftliği, daha fazla da Küçük Karabalık‘tı. Evet, bu kitabı bir kategoriye koyacak olursam Hayvan Çiftliği ve Küçük Karabalık arasında diyebilirim. Sanırım herkes daha kolay anladı ve gördüğünüz gibi bazen klişeler hiç de kötü olmuyormuş.

Bazıları buna fantastik bir öykü de diyebilir; ne de olsa hayvanlar konuşuyor, düşünüyor, âşık oluyor, ütopyalar üzerine sohbet ediyorlar. Ben fantastik benzetmesini sevmiyorum ve bu tip kitaplara metafor kitaplar denmesini seçiyorum. Çünkü fantastik edebiyat bize, günümüzle ve yaşadığımız olaylarla ilgili bir görüş, tartışma veya düşünce sunmazlar. Onlar sadece fazlasıyla macera ve en olmadık karakterlerin en olmadık maceralarıdırlar. Metafor roman ise aslında tam da günümüzü anlatır, günümüzün sorunları üzerinden hayvanları veya başka olmadık nesneleri konuşturur.

Gogol’u anmadan geçmek olmaz çünkü en güzel örneği verenlerden, belki de başlangıçlardan birisi onun meşhur Burun isimli uzun öyküsüdür. Yine başka bir uzun öykü Kafka’nın Dönüşüm adlı novellasıdır. Hayvan Çiftliği de, Küçük Karabalık da masaldan daha çok metafor romanlara örnektir kanaatimce.

Şimdi sıra geldi kısaca kitaptan bahsetmeye. Başta da söylediğim gibi aslında hikâye, kurban bayramında kasaptan kaçıp, üç gün üç gece denizde yüzen sonrada Ahbap ekibinin sahip çıktığı Ferdinand adlı dananın hikâyesi.

Ama dediğim gibi Ferdinand üzerinden tıpkı Kafka gibi tıpkı Samed Behrengi gibi birçok şeyi sorgulamaktan geri kalmıyor Erol dostum.

Kurban edilmek, cennete gitmek, filozofluk bunlardan birkaçı… Ünlü olmak, günümüzün bireysel dünyasının içine düştüğü yalnızlık çukuru, görünür olmanın yaşamaktan daha önemli olması gibi birçok konuyu ele alıyor.

Mesela aşk hakkında diyor ki; “Aşk ve korku birlikte barınmaz. Biri ötekini gölgede tutar.”

Yaşam ve herkesin bir hikâyesi olması hakkında ise şöyle diyor; “İnsanlar seni kesmek istedi, seni kovaladılar, ama bak hayattasın. Arkadaşların seni tanımadı, seni umursamadı, hikâyene inanmadılar, ama buradasın. Hayat devam ediyorsa hikâyede devam ediyor demektir.”

Ama en önemli şeyi en sona finale saklıyor Erol. Ütopya fikrini.

“Yani sürüden ayrıldım, kendi hikâyelerini yaşayan ahbaplarımın cennetine geldim. İmkânsızın bile mümkün olduğu bir çiftlikte kendi cinslerinden bile farklı hayvanların arasındayım. Aidiyet ne güzel bir duygu. Bir sürüye bağlı değilim ama yine de bir sürünün parçasıyım.”

Günümüzün en önemli sorunu aşırı bireyselleşmek, ortaklaşmacılık fikrinden uzaklaşmak; bunun sonucunda da tamamen rotasını kaybetmiş bir insanlığa önerisi, hem birey olunabileceği, hem de ortaklaşma fikrinin hala mümkün olduğunu sunuyor. Daha ne desin?

Yani size söyleyeceğim şudur, ismine aldanmayın, içerik çok güzel, okuduğunuza pişman olmayacaksınız.