“Gördüğünün yarısına inan, duyduklarının hiçbirine,” demiş Edgar Allan Poe…
Umarım demiştir, hiç ama hiç emin değilim, gözüm pek tutmuyor bu mecrayı. Sözü beğendim, kullanmak istedim, internete inandım. Ama aynı sözü Şems-i Tebrizi’nin, Shakespeare’in ya da Aşık Veysel’in ettiği de oluyor. Aman ha dikkat!
Takdir edersiniz ki hızlı tüketim dünyasında pek çok bilginin aslını astarını araştırmaya vaktimiz de isteğimiz de yok. Belki de bu yüzden istemeden birilerine haksızlık ede ede yürüyoruz yolumuzu. Bildiğimizi varsayarak asılsız temeller üzerine inşa ediyoruz gerçeğimizi. Yargılama süremiz çok kısaldı. Hayatın hızlanmasını buna bahane ediyor ama aslında infaz etmekten haz alıyoruz.
Pirincin taşını ayıklamak kadar basit değil ki doğruyu yanlıştan ayırmak. Her şey sarih olsa keşke. Nerdeee? Biliyorsunuz ortalık bilgi kaynıyor, kirli bilgi. Kafaların içi çorba. Kurunun yanında yaş da yanar misali, her şeye şüpheyle bakar olduk ama aslında gayet güzel yutuveriyoruz bize servis edilen pek çok safsatayı. Sosyal medya ve internet de çanak tutuyorlar bu kirliliğe; farkındayız. Kuyrukyağı bol bir kıymayı bol baharatla daha da lezzetlendirip önümüze sunan bir sokak köftecisi gibi, önüne arkasına yenir yutulur şeyler (soğan, turşu, pul biber) koyup yutturuveriyorlar uydurduklarını, afiyetle yiyoruz. Sonra da bu hazımsızlık nereden geliyor diye debelenip duruyoruz. E gaz yapıyor haliyle.
Gördüklerimiz, gördüğümüzü sandığımız şeyler değil çoğu zaman. Hani yarısına inanacaktık onların? Olmuyor, elimizde değil.
Algımız yanılıyor. Hem de çok… Hayal gücümüz zaten uçuş uçuş…
Hatta o kadar çok ve sık yanılıyoruz ki seneler boyunca haksız yere hapis yatan birine “Ups! Pardon!” demekten başka çaremiz kalmadığında bile, bunu sineye çekebilir hale geldik. Biri bize “Alıcınızın ayarlarıyla oynamayın” falan mı dedi nedir, epeyce bir zamandır olanı biteni pasif bir şekilde seyretmek o kadar da zor gelmiyor. Haksızlık, algıdan ve bilgi kirliliğinden kaynaklanıyor çoğu zaman ama robotlaşmış ruhlarımızla tepki vermekten de işin gerçeğini araştırmaktan da yorulduk belki de. Metal yorgunluğu var üzerimizde.
Bir Woody Allen filminde izledim bu sahneyi; adam, aylar boyu karşı pencerede gözlediği kadınla sonunda işi pişirip onun yanına taşınınca bu sefer de karşı pencerede kalan eski eşini gözlemeye başlıyordu. İroni güzel. Allen iyi yakalar hayatın bu incelikli detaylarını. Yani karşı pencerede, davulun sesi misali her şey çok farklı, çok sevilesi görünür gözünüze, aldanmayın.
Woody Allen’ın Uzun Boylu Esmer Adam filminden bir sahne Sırf o filmin o sahnesinden yola çıkarak bir kitap bile yazdım: “Karşı Penceredeki Kadın” dedim adına. Ama bu köşeye verdiğim isimdeki pencere o pencere değil. Konulara farklı bir perspektiften bakalım demek için kullanıyorum bu sefer karşıdaki pencereyi.
Affedersiniz! Böyle Zop gezegeninden dünyaya düşmüş gibi kendimi tanıtmadan bir anda ortasından dalıverdim bu mecradaki ilk yazıma? Dobra ve samimi biriyim ben. En sevdiğim özelliklerim bunlar. Sevmediğim, sabırsızlığım. 32 senem geçen yüzyılda kalmış. Ankara’nın insana kömür koklatan havasından doğalgaza geçişin o eşsiz mutluluğunu tadamadan, ODTÜ’den fırladığım gibi soluğu İstanbul’da almışım. Sabah 8.00 akşam 18.00 iş hayatında, günümün minimum 1/5’ini İstanbul’un tadına doyulmaz trafiğinde geçirdiğimi fark edip aymış, sonra da “Bu hayat bana göre değil” diyerek yolumu aramışım. Kendimi yazın dünyasının orta yerinde bulana kadar göbek çatlatmış ama o saate kadar da pazarda limon satmak harici neredeyse her işi yapmışım. 1,2,3 derken (evlilik sayımdan bahsediyorum), ilişkiler konusunda uzman olduğumu bile düşünmeye başlamış, sonra da buna yürekten inanmışım. Sadece onunla kalsa iyi, aldığım çeşitli projelerle Türkiye’nin ücra köşelerinde kadın girişimcilere işletme konularıyla ilgili dersler verirken bir de bakmışım ki diğer şapkam (romancı kimliğim) nedeniyle herkes bana kendi hikayesini anlatıyor. E haliyle bir Güzin Abla edası gelmiş üzerime. 2008’den beri pek çok kitaba yazar, editör, çevirmen olarak imza atmış, bu yolda tevellüt eskitmişim. Yani sevgili okurum, konuşuyorsam bir sebebi var!
Ve diyorum ki: “Karşı Pencere’den bakalım bu sefer, farklı açıdan konuşalım her şeyi. Dinlerken susmak, ya da ihtimalleri konuşmak, onları kabullenmek demek değildir. Medeniyettir. Doğru algılama hamlesidir. Yanılmak insana özgüdür. Farklı açılardan bakmaya uğraşmak ise takdire şayan insani bir çaba… Bu köşenin amacı bu gayreti göstermek olsun. Empati ve saygıyı böyle kazanırız. Malumun ilamını herkes yapıyor, bu sefer biz karşıdakini anlamaya çalışanlardan olsak fena mı olur?