1996 yılında dünya medyasının gündeminde çok ilginç bir olay vardı. IBM tarafından üretilen Deep Blue (Derin Mavi) isimli bir bilgisayar ile dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov arasında bir satranç maçı düzenlenecekti. Bir tarafta makineleri temsilen dünyanın en iyi satranç oynayan bilgisayarı, diğer tarafta insanları temsilen dünyanın gelmiş geçmiş en büyük satranç dâhisi…
Satranca ilgisi olsun olmasın hemen herkes bu maça odaklanmıştı. Çünkü bu maç alelade bir maç değildi. Kasparov sadece insanları değil insanlığı da temsil ediyordu. Yani insana ait olan her şeyi. Duyguyu, sevgiyi, merhameti, şefkati, kültürü hatta belki dini bile. Kutsal kitap biz insanı “ahsen-i takvim” olarak yani “en güzel biçimde” yarattık diyordu. Ne demekti ahsen-i takvim? İnsan bedenen ve ruhen yaratılmışların en güzeli en üstünüydü.
Ahsen-i takvim insanın akıl etmeyle beraber sevme potansiyeli barındırması olarak görülebilir. Bu iki özelliği sayesinde insan, diğer canlılardan ayrılmaktadır. Ancak ahsen-i takvim, o anda öylesine bir meydan okuma ile karşı karşıyaydı ki Derin Mavi isimli bilgisayar, insandan farklı olarak saniyede 100 milyon hamleyi hesaplayabiliyordu. Yine insandan farklı olarak Derin Mavi sevme potansiyeli barındırmıyordu ama onun hesaplamaları psikolojik stresin veya herhangi bir duygunun baskısı altında değildi. Duyguların olumsuz etkilerinden arındırılmış yapısı Derin Mavi’nin başarısını artırabilir miydi?
İnsanın yarattığı duygusuz makine Tanrı’nın yarattığını yenebilecek miydi?
Bütün bu çatışma, heyecanın ötesinde herkesin içine derin bir korku salmıştı. Bilimkurgu filmlerinde olduğu gibi insanların yerini bilgisayarlar mı alacaktı?
Ya da gelecekte kendimizi bir insan-makine savaşı içinde mi bulacaktık?
Maç günü gelip çattığında salonu dolduran kalabalığın nabzı yüksekti ve çoğunluk Kasparov’u destekliyordu. Az sayıda kişi bilgisayarın tarafındaydı. Derin Mavi bu az sayıda destekçisinin bilincinde değildi. Kasparov’u tanıtan sunucu onun geçmişinden ve başarılarından bahsederken, Kasparov’un gözlerindeki gurur kolaylıkla okunuyordu. Bu sırada Derin Mavi’de hiçbir kaygı belirtisi gözlenmiyordu. Günün sonunda Kasparov Derin Mavi’yi alt ederek insanlığı kurtarmıştı.
Bu 24 yıl içinde insanoğlu, kaynayan kurbağa sendromunda olduğu gibi dijitalleşmenin kısık ateşinde pişti, hatta kavruldu.
Aynen kurbağa gibi bunun farkına varamadı.
Ancak insanlık için bu kurtuluş çok kısa sürdü. Hemen bir yıl sonra yapılan başka bir maç serisinde Derin Mavi Kasparov’u yenmeyi başardı. O günden bu güne 24 yılı geride bıraktık.
Bugün bizim ayrılmaz parçamız haline gelen cep telefonları Derin Mavi’den kat kat güçlü yapıya sahip. Ve bu telefonlar daha önce görmediğimiz sözde sosyal ağlar ile bizi sarmış durumda. Sosyal medya ve Whatsapp gibi uygulamalarla sanki daha çok insan ile iletişim halinde gibiyiz. Ancak aksine yapılan çalışmalar hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ciddi bir sosyal izolasyon sorunu olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Yalnızlık insanı hasta mı ediyor?
ABD’de yapılan çalışmalar kendisini yalnız hisseden insanların sayısının iki kat arttığını gösteriyor. Ayrıca bu durum sadece belli bir yaş grubu için geçerli değil, gençler arasında da bu duruma rastlanabiliyor. Yakın zamanda yayınlanan yaklaşık 480 bin kişinin dahil edildiği bir çalışmada, sosyal izolasyonun kalp krizi ve inme riskini 1,5 kat artırdığı gösterildi. Birçok çalışmanın dahil edildiği başka bir analizde ise sosyalleşemeyen bireylerde inme ve kalp krizinde %30’luk bir artış tespit edildi. Araştırmacılar sosyal izolasyon ve yalnızlığın hipertansiyon, yüksek kan şekeri ve sigara kadar sağlığı olumsuz etkilediğine dikkat çekiyor.
Yalnızlık, depresyon için çok önemli bir risk faktörü, depresyonun da kalp damar hastalıkları üzerine olumsuz etkileri biliniyor. Sosyal izolasyon sinir sistemini de olumsuz etkileyerek, uykusuzluğa neden olabiliyor. Uykusuzluk bağışıklık sisteminin bozulması ve bir dizi kronik hastalığın gelişmesi ile ilişkili. Ayrıca yalnızlık vücudumuzda iltihap artışına yol açarak hem beyin hem de kalp damar sisteminin erken yaşlanmasına neden oluyor. Aslında psikososyal problemler ile kalp hastalığı ilişkisi çocukluk çağından itibaren başlıyor.
Geçen yıl yayınlanan çok çarpıcı bir çalışma çocukluk çağında yaşanan sosyal ve psikolojik travmaların erişkin dönemde ortaya çıkabilecek kalp hastalıkları ile ilişkisini gözler önüne serdi. Çalışmada sözel, fiziksel veya duygusal travmaya maruz kalan çocuklarda kalp damar hastalığı riskinin %50 arttığı gösterildi. Çalışma bu risk artışının yaşam boyu devam ettiğini de gösterdi. Daha ilginç bir ilişkiyi ise Kore’de yapılan başka bir çalışma ortaya koydu. Ebeveynleri tarafından psikolojik veya sosyal travmaya uğratılan çocukların akıllı telefon bağımlılığı ihtimali artıyor. Yani sevgiyi ve ilgiyi akıllı ama duygusuz makineden almaya yöneliyorlar. Bütün bu çalışmalar ister yetişkin ister çocuk olsun insanın duygusal doğasına olumsuz müdahalenin er veya geç ciddi sonuçlara neden olabileceğini gösteriyor. Sosyal travmalar, dijitalleşme ve kalp hastalıkları arasında işte böyle karmaşık bir kısırdöngü mevcut.
İnsanın insana ihtiyacı var
İnsan toplumsal bir varlık, yaşamını devam ettirmesi için dayanışmaya ve yardımlaşmaya ihtiyacı var. Ancak daha önemlisi, sevgi ve bağlanmaya olan ihtiyacımız. Belli bir refah seviyesine ulaşmış toplumlarda dahi sosyalleşme ihtiyacının ortaya çıkması, bu ihtiyacın salt birbirinden “faydalanma” şeklinde olmadığını, duygusal bir anlamı da içermesi gerektiğini bize gösteriyor. Gelinen refah noktasında “komşu komşunun külüne muhtaç” olmasa da yakınlığına ve dostluğuna muhtaç.
Hakikat sonrası çağda (post truth) insanlık evrimsel değişiminin en ilginç basamaklarının birinde. Eskiden makineleri yönlendiren insanı şimdi makineler yönlendiriyor. Dijitalleşme ile hayata bakışımızı sadece fayda yani çıkar hesaplamaya kurguladık. Hepimiz birer Derin Mavi olma yolundayız. Kendi doğamızı sözde aşarak Tanrı’yı yenmeye hatta Tanrı’laşmaya kalkışıyoruz. Bütün bunlara karşı ilahi mesajı şimdi bilim bize ulaştırıyor.
Çalışmalar insan doğasında makineleşme ile ortaya çıkan değer erozyonunun; sevginin, duygunun ve anlamın sembolü olan kalbi en fazla etkilediğini ispatlar nitelikte.
Bütün bu tablo bana Karl Marx’ın filozofları eleştirirken söylediği bir sözü hatırlatıyor. “Filozoflar doğayı yalnızca anlamaya ve yorumlamaya çalıştılar, oysa asıl olan onu değiştirmektir” demişti. Karl Marx’ın bu sözü çok güçlü bir öngörü barındırıyordu. Günümüzde değişimin insan için temel bir yönlendirici olduğunu görüyoruz. Ancak insanın aklına hemen şöyle bir soru geliyor: İnsan kendi doğasını yeterince anladı mı? Bir şeyi anlamadan değiştirmeye kalkmak da nedir? Değişimin sürüklediği insana Hıristiyan literatüründen “Quo vadis?” veya İslam literatüründen “Fe eyne tezhebun?” sorularını sormak yani “Nereye gidiyorsun?” demek gerekmez mi? Cevabın “Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” olmasını istemiyorsak, beynin yanına kalbi, yani aklın yanına sevgiyi, merhameti koymak zorundayız.