Watson ve Crick, 1953 yılında açıkladıkları DNA modelinin bugün hayatımıza yön vereceğini düşünmüşler midir? Cevap, evet. Açıklamalarında hayatın molekül yapısını bulduklarını söylemişlerdi. O tarihten bugüne, biyolojiye ve hayatımızın biyolojik yapısına bakışımız değişti. 1990-2003 yılları arasındaki “İnsan Genom Projesi” ile genlerin yapılarını, yerlerini, nasıl ve ne zaman çalıştıklarını açıklamaları ise, bizlere elde edilen sonuçları geniş çalışmalar ile anlamlandırmayı bıraktı.
Davranış bilimi çalışmalarında en fazla merak edilen konu, duygularımızı yönetip yönetemeyeceğimizdir. Bunun yanı sıra nerede nasıl davranacağımızın, duygularımızı kontrol edip edemeyeceğimizin cevabını aramaktır.
Neden bazı insanlar, şartlar ne olursa olsun, iyimser olup daha olumlu davranış kalıpları sergileyebiliyorlar?
Veya neden bazı insanlar benzer iki olay karşısında çok farklı tepkiler verebiliyorlar?
Duygularımızı, kişiliğimizi, mizacımızı ve değer yargılarımızı kontrol eden sistem hangisi?
Ve bu kontrol mekanizması nasıl çalışıyor? Bu soruların cevaplarına uzak bile olsak, elde ettiğimiz veriler bizlere farklı bakış açıları sağlıyor.
Bütün bu soruların cevabı aslında hücrelerimizde saklı, beynimizi oluşturan nöronlarda ve onların birbiri ile ilişkisinde gizli.
Konektom projesi, bu ilişkiyi anlamaya çalışır. Beyin yapısı aynı (sistem olarak), hücreler aynı (sayı, özel işlevselliği farklı olabilir); işin aslı, hepimizin anatomik olarak beyni, organizasyonu aynı; ancak işleyişi, yani biyolojisi farklı. Zaten üst paragraftaki bir dolu sorunun cevabı da burada yatıyor, işin biyolojisinde…
Evrimsel olarak baktığımızda, ilk insan olarak nitelendirdiğimiz atalarımızdaki nöronlar, şimdiki bizlerle aynı yapıda, aynı biyolojik organizasyonda. Ancak çeşitlilik, çevresel biyolojik kirlenme ve algılarımız çok değişti. Hâlâ adapte olmaya çalıştığımız şeyler var; uzun yaşam süreleri, bu kadar çok veri girişi, ultraviyole ışık ve suların kirlenmesi gibi değişen çevresel faktörler ve daha karmaşık olan insan ilişkileri gibi…
Şimdi ben size genetik bir analiz yapsam ve elde edeceğim sonucu, sizin olaylara genel bakış açınızla yorumlasam, örneğin sizin empati yeteneğinizden, sakin yapınızdan, olaylara yaklaşımınızın optimistik oluşundan bahsetsem, bu hoşunuza gider diye düşünüyorum. Birer komutan olsak, daha çok psikopat gibi davranan askerler ile çok üstün başarılar elde edebiliriz. Eşimizin, patronumuzun veya yakın arkadaşlarımızın yapılarını önceden bilmemiz, onlara yaklaşımımız konusunda bize ışık tutar. Onların neye nasıl tepki verebileceklerini tahmin edebiliriz. Evladınızın yapısını bildiğinizde onun eğitimi ve gelişimi konusunda daha fazla yardımcı olabilecek davranışlarda bulunabilir, ona en etkin ve faydalı olacağınız yaklaşımı seçebilirsiniz.
Güzel değil mi? Ve dahası, bu tip analizleri artık laboratuvarlarımızda gerçekleştirebiliyoruz. Yani duygusal yapımıza ve hayat bakışımıza etki eden genlerin nasıl çalıştığını artık anlayabiliyoruz.
Genlerimiz kaderimiz midir?
Son zamanlarda “Genlerimiz kaderimiz değildir” anlayışını çok sık duyar olduk. Halbuki bize genlerin değişmeyeceği öğretilmişti. Yani anne ve babamızdan hangi genler gelmişse ve o genler bizi nasıl yönetmişlerse hep öyle olacaktı, hiç değişmeyecekti. Aslında doğru.
Bizler genlerin yapısını değiştiremeyiz (mutasyonlar hariç), ancak genlerin işleyişlerini değiştirme şansına sahibiz, bu bir bilim dalıdır ve adı “epigenetik”tir.
Evet, genlerin çalışmasına etki edebiliyoruz. Bizleri daha iyi hissettirecek olan genleri daha çok çalıştırabilir veya tam tersi, bizi kötü düşüncelere, anksiyeteye yönlendiren genleri de yavaşlatabiliriz. Böylece kendi duygu ve düşüncelerimizi kontrol altına alabiliriz.
Ancak bu söylediklerimi gerçekleştirmek sanıldığı kadar kolay değil. Bizler çözümü bulamadığımız durumlar karşısında psikolog veya psikiyatr desteği alabiliyoruz, almalıyız da. Tıbbi olayları kulaktan dolma bilgiler ile veya internetten elde ettiğimiz bilgiler ile çözemeyiz. Peki biz ne yapacağız? Genlerimizin çalışmasına ufak dokunuşlar yapıp duygularımızı kontrol altında tutmaya çalışacağız.
Çok iyi bildiğimiz bir metabolizmadan bahsederek bir örnek üzerinde gitmek istiyorum. Bizleri mutluluğa ve dolayısı ile daha iyimser yapıya yönlendiren bir mekanizma var. Bu mekanizma, iki ana sistem üzerinden ilerler; serotonerjik ve dopaminerjik sistem… Beynimizde serotonerjik nöronlar serotonin üretirler. Kendilerine komut geldiğinde iki nöron arasındaki boşluğa salgılarlar. Diğer nöron hücresi de salınan serotonin tarafından tetiklenir ve mesajı alarak sistemin düzenli çalışmasını sağlar. Alınan bu mesajın ve sonrasında tetiklenen serotonerjik sistemin bizi genellikle mutluluğa, bazen de ilkönce bir haz duygusuna, sonrasında da mutluluk duygusuna yönlendirdiği bilinir. Tabii bu iş bu kadar kolay değil ama ana akış şeması bu şekilde.
Peki herkeste bu sistem aynı mı çalışıyor? Hayır, aynı çalışmadığı için de bazı bireyler kolay kolay mutlu olamıyorlar veya takıntılara daha kolay yakalanabiliyorlar. O yüzden psikologlar ve psikiyatrlar bu sistemi olması gereken gibi çalıştırmaya uğraşıyorlar; azalan veya artan serotonin seviyesini bireyin normaline getirmek gibi…
Peki bu sistem nasıl bozuluyor veya zaten bozuk muydu? Çoğu insanda bu sistem zaten evrildiği gibi çalışmıyordu. İnsanlar zaman içinde bulundukları çevrenin de etkisiyle, yaşanan olayların kendilerinde de bıraktığı olumsuzlukları özümseyerek farklı duygu kalıpları geliştirebiliyorlar. İşte bu tip insanlar, genelde diğerleri tarafından kaygılı, stresli, mutsuz ve olumsuz kişiler olarak nitelendiriyorlar.
Hani epigenetik bizi değiştirecekti?
Peki çözümsüz müyüz? Hani epigenetik bizi değiştirecekti? Hani düğmeye bastığımızda genlerimizin çalışması değişecek ve biz normale dönecek ve bizden beklenen davranış kalıbına bürünecektik? Bu mümkün mü? İnanın bana mümkün. Ama tahmin ettiğiniz kadar hızlı değil. Bu bir yaşam biçimi olmalı, yani farklı davranış kalıpları ile sürekli bu mekanizmayı tetiklemeliyiz.
Bazı insanların göreceli olarak serotonerjik sistemlerinde problemler olabilir. Bu bireyler, özellikle stres dolu çevreleri varsa veya yoğun çocukluk çağı travmaları taşıyorlarsa, depresyon gibi, yaygın anksiyete bozuklukları gibi serotonerjik sistemin de içinde olduğu bazı sıkıntılı süreçlere yatkın olurlar. Peki bu sıkıntılar bu bireylerin kaderi midir? Kaderi dememiz belki iddialı olur ama er ya da geç beklenen ve gözlemlenecek sıkıntılardır. Önlenemez mi?
Önlenebilir. Zaten gerek psikologlar, gerekse psikiyatrlar bu konuda uzmanlar.
Ancak bizler bazı ufak dokunuşlar ile bu biyolojik yapımızı biraz değiştirebiliriz veya daha işlevsel yapıya sokabiliriz. Nasıl mı? Nöronlar arasındaki bağlantı sayılarını artırarak…
İşte size anlatmak istediğim epigenetik değişimler bunlar; hem de sadece yaşadığımız andan zevk alarak ve hayat şeklimizde bazı değişiklikler yaparak… Aslında bir dolu uzman bu tip bilgileri bizlerle hemen hemen her gün paylaşıyorlar. Sevdiklerinizle olun, müzik enstrümanı öğrenmeyi deneyin, yeni yerler görün, olumlu düşünün, kitap okuyun, satranç oynayın vs. diyorlar.
Bunların hepsi çok önemli, olmazsa olmaz yaklaşımlar ve inanın çok etkililer. Her fırsatta yapmalıyız. Ancak burada bu yaklaşımların yanına ben iki noktayı daha eklemek istiyorum. Birincisi kaliteli beslenme, bunu sizlere anlatmama gerek yok, uzmanı çok ve her yerden ulaşabiliriz. Asıl önemli olan nokta ise “biyolojik saat”imizi uygun olarak ayarlamamız… Evet, biyolojik saatimiz… Aziz Sancar hocamızın da Nobel ödülünü aldığı mekanizma. Genelde güneşle beraber başlayan, ışığın hareketine göre evrildiği süreç.
Bizler, ülke insanı olarak, güneşin hareket ve fiziksel durumuna göre kendimizi mutlaka ayarlamalıyız (bazı farklı coğrafi bölgelerde yaşayan insanlarda o bölgenin özelliğine göre biyolojik saatleri düzenlenmektedir). Bu yüzden sabah kalkış vaktimiz, yemek yeme saatlerimiz, uyku vakitlerimiz bizim epigenetik ayarlamalarımızdır, hücrelerimiz buna göre programlanmıştır. Herkesin bu ayarı birbirinden farklıdır, çünkü metabolizma hızları farklıdır, ama asıl önemli olan bu mekanizmayı düzenleyebilmemizdir. Bu düzenleme asıl olarak bizleri özümüze göre düşünmeye, hareket etmeye hazırlayacaktır. Çevresel faktörler ne kadar değişirlerse değişsinler, bizleri bu değişime adapte edebileceklerdir.
Hangi gen kombinasyonuna sahip olursak olalım ve gen kombinasyonları bizi ne kadar düzen dışına iterse itsin bizler bazı ufak dokunuşlar ile epigenetik olarak genlerimizin işleyişini düzenleyebiliriz, özellikle mutluluk gibi bizleri daha güzel duygu durum durumuna sokan özelliklerimizi…
Önemli olan bu reçeteyi iyi oluşturmak ve sonrasında iyi uygulayabilmektir.