Aşkın Antropolojik, Evrimsel, Psikolojik ve Biyolojik İncelemesi…
Evrimsel, kimyasal, psikolojik, antropolojik, biyolojik, sosyolojik ve evrensel açıdan aşk hakkında yazılmış en kapsamlı kaynak...
Evrimsel, kimyasal, psikolojik, antropolojik, biyolojik, sosyolojik ve evrensel açıdan aşk hakkında yazılmış en kapsamlı kaynak...
Aşk elbette ki bir süreç… Çünkü aniden olup biten bir deneyim değil. Kendine göre bir seyri, iniş ve çıkışları var. Aşk zamanla başka bir hale, yani destekleyici bir sevgi haline dönüşebiliyor. Ancak bu kitabın temel konusu olarak ele alınan “tutkulu aşk” konusunda işler çok da basit değil… Tutkulu aşk, çok daha hareketli, zorlayıcı ve bir o kadar da tatmin edici olabilen, cinsel arzulardan ayrılması güç görünen veya mümkün olmayan bir süreç.
Aşk bir durumdur, bozukluk değildir, çünkü hemen hemen bütün insanların yaşadığı ve zaman zaman da içinde bulunduğu bir haldir. Ancak yaygınlığına rağmen, birçok insan için aşk; acılı, kederli ve kaygılı bir süreçtir. Bu nedenle, yapısında “bozulma” potansiyeli taşıdığı söylenebilir.
Dolayısıyla aşk bir bozukluk değilse de, insanın normali de değildir. Yani insan âşıkken, biyolojik olarak normali dışında, farklılık gösterir. Söz konusu bu biyolojik fark, psikolojik, davranışsal, fizyolojik ve bilişsel farklılıklara da yol açar.
“Âşık bir insan, tam olarak kendinde değildir, yargılama yetisi bozulmuştur” demek hiç de yanlış bir tarif olmaz. Bu nedenle âşık kişi, çeşitli istenmeyen durumlara açık ve duyarlı hale gelebilir.
Aşkı zor hale getiren bir diğer özelliği de istemli cereyan ediyor olmamasıdır.
“Ben şu adama veya şu kadına âşık olmak istiyorum, bu yönde çaba göstereyim de ona âşık olayım” diyemezsiniz.
Aşk, olur.
Başınıza gelir.
Size çarpar.
Aşk, kontrol edebileceğiniz, “Gelsin gitsin, başlasın bitsin” diyebileceğiniz bir deneyim değil. Sizin hazır olup olmamanıza, o anda yaşadığınız diğer sorunlarınıza ve planlarınıza bakmaz.
Gelir ve çarpar!
Siz de bahtınıza düşeni yaşarsınız. Bazen çok güzel, bazen de çok acı verici bir deneyim düşebilir bahtınıza.
Aşkı, bir tür bozukluk ya da hastalık hali olarak tanımlayanlar olmuştur tarih sahnesinde…
Örneğin İbni Sina, aşkı “bir hastalık” olarak tarif eder. Tedavisiyle ilgili önerilerini de büyük bir ciddiyetle sıralar.
İbni Sina, aşk hastalığını tarif ederken, hastanın hayallerle ve obsesif düşüncelerle aşırı yüklendiğini ve ciddi depresyon belirtileri gösterdiğini söyler.
Fiziksel olarak bu hastalık öz bakımda azalma, kurumuş ve çökmüş gözler, tekrarlayıcı şekilde gözleri kırpma, aşırı gülme ya da ağlama, uygunsuz duygulanım, uyku sorunları, terleme, kalp çarpıntı, ritim sorunları, derin ve düzensiz nefes alma gibi belirtiler gösterir.
Antik Yunan’da da aşk iyi tanınır ve tedavisi bazen çok zor bir durum gibi kabul edilir. Özellikle karşılıksız bir tutkulu aşk, kesinlikle tedavi edilmesi gereken, aksi halde ölümcül olabileceği düşünülen riskli bir deneyimdir.
Modern değerlendirmelere baktığımızda, aşkın bazı psikiyatrik bozukluklara benzer özelliklerle tarif edildiğini ve karşılaştırıldığını görürüz. Aşkın karşılaştırıldığı psikiyatrik bozukluklar neler midir?
Âşık insan, obsesif şekilde sevdiği kişiyi düşünür. Kafasından onunla ilgili düşünceleri atmak istese de, hatta bu düşünceleri onu rahatsız etse de başaramaz. Bazen anlamsız bir soru sorar, bazen bir şekilde sadece karşı karşıya gelmeye çalışır. Âşık için sevdiği insan gündüz hayalinde, gece düşündedir. Hep aklının bir yerindedir. Etrafta ne olursa olsun o bir köşede durur. Hiçbir şekilde gitmez.
Âşık, istemsiz olarak yaptıklarını da, düşündüklerini de sevdiği kişinin gözünden görür. Bunlara onun ne diyeceğini, nasıl davranacağını merak eder.
Âşık insanda âşık olduğu kişiye karşı “tolerans” gelişir. Daha önce ona yeten dozlar artık yetmez, onu gördükçe göresi gelir. Ne kadar görse de ona bir türlü doyamaz. Beraberken yanından ayrılmaz, ayrılır ayrılmaz da özlemeye başlar.
Özlem hissi, madde bağımlılığındaki “çekilme belirtileri” olarak gösterir sonra kendini. Sevdiğinden ayrılınca âşıkta fizyolojik, psikolojik ve davranışsal birtakım değişiklikler ortaya çıkar. Üzüntü, kaygı, özlem oluşur.
Kişi aşkına ulaşmak ve çekilme belirtilerinden kurtulmak için ya harekete geçer ya da fantezilere dalar.
Tutkulu aşk sırasında beyinde gerçekleşen değişiklikler beyin görüntülemesi çalışmaları sayesinde incelenmiştir.
Tutkulu aşk sırasında beyinde dopamin salgılayan bölgelerdeki kan akımının yani aktivasyonun arttığı gözlemlenmiştir.
Örneğin âşık olan insanlara sevdikleri kişinin fotoğrafı gösterildiğinde dopamin hücrelerinin gövdelerinin bulunduğu ventral tegmental bölgede (VTB) kan akışının arttığı gösterilmiştir.
Söz konusu aktivite, sadece beğenilen ya da güzel bulunan birinin fotoğrafına verilen yanıttan farklıdır, yani beğenmeye değil “istemeye” özgüdür.
İlginç şekilde, reddedilen âşıklarla yapılan bir çalışmada, bu bireylerde yine VTB aktivasyonu bulunmuştur! Yani, reddedilseniz bile sevdiğiniz kişiyi gördüğünüzde dopamin sisteminiz aktive oluyor. Bu sonuç yine de bir ödüldür.
Aşk evrensel bir doğal deneyim midir yoksa bir “Amerikan” veya “Batı” icadı mıdır?
Bu konu çeşitli araştırmacılar arasında uzun süre devam eden tartışmalara neden olmuştur ve hâlâ bu konuyla ilgili tam bir görüş birliği sağlanabilmiş değildir.
Neden?
Çünkü aşkın nasıl tanımlanacağı hâlâ çok da net ve belirgin değildir.
Aşk karmaşık bir “mesele” olduğu için, yapılan tanıma göre toplumlardaki görülme şekli ve sıklığı da değişmektedir.
Aşkın bir “Batı” icadı olduğunu öne süren antropologların bir kısmı, ortaçağdan önce şu an bildiğimiz anlamda “aşk” diye bir şeyin olmadığını iddia ederler.
Bu antropologlara göre, aşk, ortaçağda Trubadur denen gezgin ozanların deyişleri ile ortaya çıkmış ideal bir durumdur ve kültürel olarak Batı Avrupa tarafından benimsenmiştir. Yani aşk idealleştirilmiş bir haldir ve gerçek bir duruma karşılık gelmez. Bu görüşe göre, romanlardaki ana temalar Batı kültüründeki aşk kavramını ve bu kavramın içindeki temel öğeleri oluşturmuştur.
Kıskançlık, var olan ve değer verilen bir ilişkinin gerçek veya hayali bir rakip yüzünden kaybedileceğine dair duyulan korku olarak tanımlanır. Yani kıskançlıkta üç kişi söz konusudur. Kıskanan kişi, kaybından korkulan kişi ve rakip…
Kıskançlık içinde korku, öfke, şüphe ve üzüntüyü barındırır ve bu dört bileşenden hangisinin ön planda olacağı kişinin o anda içinde bulunduğu duruma göre değişir. Kıskançlık ve haset sıklıkla beraber olsalar da, kıskançlık hasetten farklıdır.
Haset, iki kişi arasındadır, bir diğer insanla yaptığımız sosyal karşılaştırmada kendimizi yetersiz veya aşağıda görmemizle ortaya çıkar.
Kıskançlık meselesiyle ilgili üç kişi gerekir. Hasette korku yoktur ama kıskançlıkta vardır.
Haset genelde gerçek ve gözlenebilir durumlara bağlıdır, mesela diğer insanın daha güzel, akıllı, başarılı, zengin olması gibi. Kıskançlık tamamen hayali de olabilir, “rakip” olarak görülen kişi aslında ilişki için hiçbir tehdit oluşturmamasına rağmen kıskançlık ortaya çıkabilir.
Kitabı incelemek ve satın almak için: https://destekdukkan.com/magaza/urun/askin-kimyasi