En sevmediğim, daha doğrusu anlamsız bulduğum sorulardan bir tanesi de şudur; “Bu konuda hangi kitapları önerirsiniz?” ya da “Okumak için ne önerirsiniz?”

Hâlbuki okuma eylemi, sıradan ve bir anda yapılabilecek bir eylem değildir.

Okuyacak kişinin, eğitim düzeyi, sosyo-ekonomik koşulları, toplumsal duruşu ve ne yapmak istediğiyle doğrudan ilişkili bir sorudur bu. Elbette cevabı da bunlara direkt olarak bağlıdır.

Ortaokul sıralarında birçok çocuğun okuma şevki bu şekilde kırılmıştır. Türk tarihini ve dönemini bilmeyen bir çocuğa Reşat Nuri önermek, Çalıkuşu’nun sayfalarında boğulmasına önayak olmak demektir.

Ki bu travmayı ben de yaşamıştım. Ortaokulda en nefret ettiğim yazar olan Reşat Nuri Güntekin, şimdiki hayatımda en değer verdiğim Türk romancıdır.

Bağlamından koparılmış her şey anlamsızlığın çukurunda kaybolur.

Özellikle tarihsel bağlamından koparılmış her eser ya anlaşılmaz olacaktır ya da kötü diye nitelendirilecektir. O yüzden her okumanın önceli tarihi okuma yapmaktır.

Okumak, aynı zamanda, hem daha önceki okuduklarımızın başlangıcı hem de sonucudur.

Okumak, kafamızın içindeki bilgileri tasnif etmektir. Tasnif etmek iyi okumanın başlangıcıdır.

Bugün sizlerle ütopya kavramı üzerinden tartışıp, ütopya ile ilgili kitapları konuşacağız.

Louis Marin ütopyayı şöyle tarif ediyor: “Tamamen farklı bir yere yapılan yolculuk düşüncesidir. Alansız bir alan, zamansız bir an, kurgunun içindeki gerçektir ütopya.”

Bu saf alanda, gerçek dünyanın çatışmaları, düşmanlıkları alt edilebilir. Bu boş alanda artık kendi başına buyruk gerçekliğin hüsranlarına yer yoktur.

“Ütopya tarafsız isimdir, tarafsızın ismidir.” diye de ekler Marin.

Kapsadığı alanda, olabileceklere ilişkin sınırlamalar, yasaklamalar yoktur. Ütopyanın hedeflediği yer, hayal kırıklıkları ve yanılgıların ötesinde bir yer olarak düşünülür. Ütopyanın arzusu da böyle bir çevreyle birlik, bütünlük içinde olmaktır.

Bu açıdan ütopya “her yerin ötekisi”dir aynı zamanda.

Ütopyanın ekonomi politiği

İnsan dediğimiz canlı aslında ne düşünüyorsa, ne düşünebiliyorsa odur. Ne hayal edebiliyorsa odur, yani hayallerinin sınırı kadardır insan. Buna düşlerin ekonomi politiği diyebiliriz, çünkü her dönemin, çağın, sistemin kendi insanı vardır ve o insanların hayal etme yetenekleri de o toplumun genelinin düşlerini ve hayallerini yansıtır. Örneğin bir ortaçağ insanı için köyünün sınırları hayallerinin de sınırlarıdır. Kendi köyünün dışında bir hayatı düşleyemeyen insandır ortaçağ insanı.

Keşifler çağının insanı bilinmezi hayal eder ve işte tam o sırada Thomas Moore “Ütopya” kavramını ortaya atar. Keşifler çağı insanı, bilinmezi hayal edebilen insan demektir.

Peki, neden ütopyanın yerini distopya almıştır? Geleceğe umudun kalmadığı, geçmişe özlemin tavan yaptığı toplumlar, ütopya değil distopya üretir.

Günümüz edebiyatının hatta tüm sanat dallarının distopya veya fantazya türüne kaymasının da elbette bir sebebi var.

“Viktoryan etik, Marx’ın deyişiyle, modern insanın gün ışığı altında yaşadığı hayatın, geceleri gördüğü kabusların nedeni haline gelmesine yol açmıştır. Drakula öykülerinin, Frankenstein öykülerinin yaygın bir ilgi bulması; Poe’nun burjuva interior’ünün bir suç mekanı olabileceğini anlatan öykülerinin ortaya çıkışı da bunu gösteriyor.” diyor Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım kitabında Ünsal Oskay.

Diğer bir tartışma konusu da tekno-ütopya tezidir.

“Yeni teknolojilerin deneyimlerin alanını genişlettiği ve zenginleştirdiği ileri sürülerek tekno-kültürün bir ideal ve ilerleme ölçütü olarak sayılması isteniyor. Ben de tam tersine, gerçeklikten kaçışı toplumsal olarak kurumsallaştıran teknolojik sistem içinde bu teknolojileri bir gerileme mantığı içinde ele almamız gerektiğine inanıyorum. Görsel deneyimlerin alanını genişletme iddiasına dayanan teknolojik rasyonalizasyonu bir kenara bırakıp, dünyayla kurulan görsel karşılaşmaların sonuçlarından kaçmaya çalışan soyut ve kökü çok derinlere inen güdelere bakmalıyız.”

Kevin Robins, İmaj kitabında konuyu uzun uzun yeni görsellik üzerinden tartışıyor.  Ve yeni “mış” gibi hayatları şöyle tarif ediyor.

“Yeni görsel medyanın yaşam deneyimlerine engel olduğunu hangi temellere dayanarak tartışabilirim? Dünyayı fark etme biçimlerimizi geliştirmediğini nasıl iddia edebilirim?” diye soruyor.

Ve cevabı gerçeklikten kaçış ve kolektiflikten kaçış olarak veriyor.

Ama tartışmayı burada kesmek zorundayım, başka bir yazıda daha da detaylandırabiliriz bu konuyu…

Kitap önerilerime gelince, Thomas Moore’un Ütopya kitabını, Campenella’nın Güneş Ülkesi’ni veya Francis Bacon’un Yeni Atlantis kitaplarını önermeyeceğim, daha yeni bir şeyler önermek niyetindeyim. Bir ütopya, bir distopya bir de yine çizgiroman olarak bir distopya kitabı önereceğim.

Ütopya: Mülksüzler – Ursula K. Le Guin, Distopya: Fahrenheit 451 – Ray Bradbury, Çizgiroman: Oğulların Diyarı – Gian Alfonso Pacinotti-(Gipi)