Akıp giden zamanı insan en çok kendi şehrinde hissediyor. Hızla değişen şehir, insana eskiye ait olan her şeyin silindiğini ve bir devrin kapandığını düşündürtüyor hep. Şehir, aslında bütün yaşamın hafızasının toplandığı bir mekân. Yüzyılların kayıtları bazen tam da gözünüzün önünde bulunan, bazen de ustaca saklanmış ipuçları ile kendini eleveriyor. Kimi zaman bilinçsizce yaptığınız bir gezide, bazen de önemli bir “keşif ” yapma umuduyla atıldığınız bir “macerada” rastlıyorsunuz bunlara. Şehrin hafızası, sadece önünden geçtiğiniz bir binanın tarihi ya da yok olan bir anıtın yerine özensizce konulmuş bir plaketten ibaret değil; şehir size her türlü yaşanmışlığı da sunuyor. Bu yaşanmışlıklar arasında nice aşklar, evlat hasretleri, tutkular, mutluluklar, umutlar ve bazen de gözyaşları gizli…

Hiç beklenmedik bir anda önünüze çıkan, belki de hoyratça atılmış bir anı parçası sizi bir yaşanmışlığın gizemine sürüklerken, şehrin hafızası da kendini bu şekilde aşikâr etmektedir.

Hele bu şehir İstanbul gibi yüzyılların içinden süzülüp gelmiş, ilk yerleşik toplumlardan bizim neslimize kadar ev sahipliği yapmış bir şehir ise…

İstanbul, 1900’ler.

İstanbul’un hafızası da sadece anlatılan tarih değildir, her gün bir İstanbul tarihi kitabı yazsak o yaşanmışlıkları, anıların arasına sızan duyguları ve İstanbul’u İstanbul yapan değerleri anlatamayız.

İstanbul “keşiflerinde” bazen bir evin önünde bir kabartmaya rastlarız, bazen “çiziktirilmiş” bir işaret vardır. Bir anda bütün bir yaşanmışlık dile gelir. Soğuk ve gri bir İstanbul kışında yağmur daha kara çevirmemişken, odun kokusunun süslediği kadim Poyraz’da çocuklar inatla oyun oynamaktadırlar. Evde ise akşam yemeğinin telaşı vardır, aylardan beri ilk defa et pişecekken heyecanla ekmekler de hazırlanmaktadır. Oyunu bırakmak istemeyen bir çocuğun et kokusuna koştuğu an ve o anda bir duvara bıraktığı kendine özgü izi bugün çözülemez bir gizem olsa da, yaşanmışlık her noktasında kendini belli etmektedir.

Geçenlerde bulduğumuz bir kuru ve harap ayazma aslında bir an öncesinde içi ışıl ışıl mumlarla dolu, parlak ikonaların süslediği bir mekândı. Belki arkadaşlar burada buluşuyor, genç Maria beğendiği bir delikanlı ile burada kaçamak bakışlarla hayaller kuruyordu. Viranede biz bu anıları göremesek de yaşanmışlık her bir taşta hâlâ yaşamaktadır.

İstanbul, 1900’ler. .

Şehrin belleğini kuru seminerlere hapsedenler, “modern” restorasyonları ile bütün bir yaşanmışlığı göz ardı etmekte, bütün bir belleği özensiz satırlara sıkıştırmaktadırlar.

Eski toplumlarda, şehir kutsaldı. Bir şehir ritüellerle kurulur, Tanrı ya da Tanrıça’nın korumasına emanet edilirdi. Şehrin bir kült merkezi olur ve bütün şehir halkı şehir için gerekeni yapardı.

Şehir aynı zamanda kutsal bir toprak parçası üzerine kurulurdu. Aslında, “toprak” elementi çok şey ifade etmekte idi…

Toprak bir insanın ayağını bastığı her şeydi, kökeniydi, atalarıydı, ailesiydi, ilişkileriydi, maddi olan pek çok şeydi ama en önemlisi; onu bu dünyaya bağlayan her şeydi.

Bir insanın toprak elementi düşük ise o köklenmez, bolluk bereketi olmaz.

Biz dilimizde, bizimle aynı şehirden olan insanlara “Toprağım” deriz, toprak bizim sadık dostumuzdur. Biz toprak parçası için canımızı veririz, toprağa düşeriz.

Toprağın kokusunu duyduğumuz an, şehir de bizim toprağımızdır, kökümüzdür, geleceğimizdir.

Şehir hafızası da bizim hafızamızdır, bizim geleceğimizdir.

İstanbul’da dolaştığım her an, o geçmişten bir izi bulmaya çalışırım. Kafamın içinde Ahmet Haşim, Reşat Nuri, Ahmet Hamdi ve hatta Reşat Ekrem Koçu yankılanırken, kendini aşikâr etmiş bir anı parçasından bütün belleği okumaya çalışırım.

İstanbul, Galata Köprüsü, 1900’ler.

Bugün artık şehre çok hoyrat davranıyoruz; o toprak bizim değilmiş gibi ağaçlarını, canlılarını hatta bütün bir yaşamını yok ediyoruz. Geçmişe ait ne varsa bir daha ortaya çıkmamacasına karanlığa gömüyoruz ve en önemlisi şehri bir daha geri dönülemeyecek şekilde yok ediyoruz.

Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında, evlerini kat karşılığı verenler, kendi hafızalarını ve atalarının bütün anılarını yok ettiklerinin farkına varamadılar.

Mesire yerleri imara açılıp betonla dolarken yok olanın sadece ağaçlar olmadığını, aynı zamanda orada yaşanan aşkların, oynayan çocukların seslerinin, evden hiç dışarı çıkmayan ama sadece mesire yerlerinde hava alabilen kadınların kahkahalarının da yok olduğunu kimse göremedi.

Giden aynı zamanda bir değerler bütünü de oldu, bir kültür oldu. Sabah birbirini selamlayıp gülümseyen insanlar yerini betonlara hapsolmuş, komşusunu tanımadan yaşayan “modern” insanın asık suratına bıraktı. Eskiden anlatılan yardımlaşmalar, birbirini itiştiren insanlar ve hoyrat hareketlerle dolu bir acı rekabete bıraktı yerini.

Kimse şehrin bu dönüşümünün bu sonuca ulaşacağını düşünmedi belki, toprak demek rant demekti, para demekti; başka bir anlama gelebileceği hiç söylenmedi.

Bugün süratle yok olan kentin hafızası ise artık onun ne demek olduğunu bilmeyen kişilerin elinde sessizce tarihe karışıyor.

Hafıza kelimesi etimolojik olarak muhafaza etmek ile aynı kökenden gelmektedir ve bu terimin arkeolojisinde “koruma, saklama, sakınma, akılda tutma” kavramları vardır.

İşte şehrin hafızası da bütün bu kavramlarla beraber olmalıdır. Bugün çok geç değil… Hâlâ bir çaba mümkün…

Şehrinizi ya da benim için bir acı olması sebebiyle, İstanbul’u anlatan yazarları ne zaman okudunuz? O dönemleri yaşayan yazarları okumak ile başlayın derim. Bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Ahmet Haşim, bir Cenap Şahabettin belki bir Reşat Ekrem Koçu… Ama okuyun, içinize sindirin ve sahip çıkın.

İstanbul, Eminönü, 1900’ler.

Gri bir havada İstanbul sokaklarına yaşananları bilin, hissedin. Şehrin kaldırımlarına sinmiş aşkları, hasretleri, üzüntüleri, sevinçleri hissedin. Sonra da anlatın…

Günümüzde şehir hiçbir zamanda olmadığı kadar hızlı ve hoyratça yok ediliyor. “Modern” yapılar, köksüz hayatlar ve ruhsuz betonlar her yeri işgal ediyor. Önünden her zaman geçtiğimiz ve umursamadığımız bir yapıyı bir kere daha gittiğimizde yerinde görmemeyi kanıksadık artık, bir “Vah!” çekmek geçmişe yakılan kısa ve etkisiz bir ağıt oldu.

Oysa biz betonlarla sadece binaları ve eski eşyaları gömmüyoruz, dünyada kalma süreleri bitmiş ancak anıları yaşayan kişileri de gömüyor, onları tam anlamı ile öldürüyoruz.

Hepimizin bu duyarlılığı yaşaması ve şehre sahip çıkması en büyük arzumuz olacak…