Bir yayıncı olarak sıkça karşılaştığım sorulardan bir tanesi de şu; “Neden roman dosyalarına gereken önemi vermiyorsunuz?” Elbette kendi yağıyla kavrulan yayıncılar bastığı eserlerin satışının olmasını bekliyor. Herhangi bir devlet desteği olmadığı için her yayıncı bunu düşünmek zorunda kalıyor.
Asıl soru şu olmalı burada: “Roman satışları neden tepetaklak aşağıya doğru gidiyor?”
Elbette bunun birkaç tane sebebi var.
Soruların cevabına geçmeden önce “roman”ın çıkışına ve tarihsel sürecine bir bakmak gerekiyor.
Edebiyatta roman sanatının ortaya çıkması “Aydınlanma Çağı” ile başlıyor.
Hümanizm felsefesinden beslenme diyebiliriz “Aydınlanma Çağı” için.
Her şey insan için…
Sanat felsefenin beden bulmuş halidir.
Aydınlanma felsefesi demek, temelinde insan olan bir anlayış ve her şeyi merak eden insan demektir. Sanatın, felsefenin, bilimin insan temeli üzerinden şekillenmesidir.
Coğrafyada, fizikte, matematikte, mühendislik biliminde her şeyde kısacası… Merak ana unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Çağımızın çürümesinin en temel özelliğini “yeni aydınlanmacılar” insandaki merakın kaybolmasıyla açıklıyorlar.
Bilimde, felsefede merak edebiyatta insanın içine doğru, benliğinin ve onun toplumsal yansımasının merakı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şimdi, merak ve insanı bu kadar kaybetmişken, roman sanatından bahsedebilir miyiz?
“İyi sanat ya da gerçek sanat insanı insana gösterir, insanı insan üstünde bilinçli kılar” der Afşar Timuçin, Estetik adlı yapıtında.
Edebiyatın bir dalı olan roman sanatı aydınlanma çağıyla birlikte doğmuştur dedik.
İlk örneklerinden diyebileceğimiz Robinson Crusoe ve Don Kişot insanın birey olarak ortaya çıkmasıdır.
Roman insanın derinliklerinin arkeolojisini yapmaktır. İki insan arasındaki ilişkidir. İki insan arasındaki tutkunun, nefretin, dostluğun arkadaşlığın dışa yansımasıdır.
Kırmızı ve Siyah’taki Julien Sorel’i hatırlayalım, Suç ve Ceza’daki Raskolnikov’u hatırlayalım, Oblomov’u hatırlayım ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Roman bir karakter yaratma sanatıdır.
Karakterden bahsedince doğal olarak, günümüzün insanının karakter yok oluşuna da girmek zorunda kalıyoruz. Yerimiz dar olduğundan bu konuyla ilgili, Richard Sennett’in “Karakter Aşınması” kitabını öneriyorum. “Karakter, kendi arzularımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğimiz etik değerler bütünüdür.” Karakter aşındığında, romanda da karakter yaratmak imkansız hale geliyor.
Kısaca romandan bahsettikten sonra gelelim bugünkü sorunlara. Roman sanatının neden geriye gittiğine.
İnsanın kendi benliğinden ve diğer insanlardan kopması, aşırı narsisitleşmiş bireylerin ortaya çıkması, insanın kendisini bir başkası ile tarifinden, kendini kendisiyle tarif etme yanılgısına düşmesi teorik olarak roman sanatını da geriye götürmüştür.
Geriye kalan macera ve sürükleyicilik ise onu da sinema ve diziler yazarın elinden almıştır.
Uzun yıllardır içi boşaltılmış, sahte yazarların yazdığı romanımsı şeyler de okuyucuya artık bıkkınlık getirmiştir.
Peki, hiç mi okunacak eser ortaya çıkmıyor? Elbette ki hayır.
Şimdi öneriler kısmına geçebiliriz.
Benim son on yıl içerisinde severek okuduğum bazı romanlardan bahsedeceğim.
Lizbon’a Gece Treni, Pascal Mercier
Uzun uzadıya kitaptan bahsedecek değilim ama temelinde, Portekiz’de Salazar Faşizmi döneminde devrimci bir doktorun, dönemin en önde gelen işkencecisinin kapısının önünde vurulmasını anlatıyor. Bir insan olarak yardıma muhtaç bir insana yardım mı etmeli, yoksa kendisi de dahil bütün devrimcilere işkence yapmış olan bu adamı ölüme mi terk etmeli? İşte insanın içindeki derinliklerinde yatan çelişkilerin, sorunların romana dönüşmesi…
Talebe, Tara Westover
Gerçek bir yaşanmışlıktan yola çıkan roman, Amerikan’ın en gerici topluluğu olan Mormon bir ailede doğan ve oradan normal hayata çıkışını anlatan bir hikaye.
Napoli Dörtlemesi (Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım, Yeni Soyadının Hikayesi, Terk Edenler ve Kalanlar, Kayıp Kızın Hikayesi), Elena Ferrante
Napoli sokaklarında hem iki insan arasındaki ilişkiyi, hem de 30 yılı aşkın bir dönemde Napoli’nin ve İtalya’nın kabuk değiştiren yüzünü anlatıyor.
Middlesex, Jeffrey Eugenides
Bursa’nın bir Rum köyünde başlayan hikâye, iki kardeşin evlenmesini ve sonrasında torunlarının hermafrodit olarak dünya gelmesini hikâyeleştiriyor. Hermafrodit olan çocuğun geriye giderek, hem tarihi hem insanları hem de Amerika’nın kabuk değiştiren tarihini, insanın ruhunun derinliklerine inerek sorguluyor.