
Kehanetteki Çocuk
Yaşlı kayın ağacının köklerinden baloncuklar yükselmeye başladığında hepsinin hikâyesi değişti. Suzan, doğmadan önce Cehennem’de buldu kendini. Annesinin masallarıyla büyüdü ama hiç ummadığı bir anda masal zannettiği her şey, gerçeğe dönüşmeye başladı. Bilinmez bir hastalık iki dünyaya da bulaştığında Suzan ait olduğu yere, Ortoköy’e döndü. Burada onu bekleyen tehlikelerle ve bulmayı umduğu kayıplarıyla yüzleşmeye ne kadar hazır olduğundan emin değildi. Yıllardır beklenen On Bir Kehaneti sonunda gerçekleşecek miydi? Suzan’ın heyecan verici, büyülü macerası başlıyor!

Cinai Absürtler
Burada ciddi bir cinai hikâye yazıyoruz. Cinayet ciddi bir eylemdir. Ölmek kadar zordur öldürmek ve belki daha da zor. Öyle kazara olmuş cinayetlerden söz etmiyorum, onda "pardon" dersin geçer, bir kazadır sonuçta. Bir pardonla biter iş, biraz mahcubiyettir bedeli. Kaza sonucu işlenen cinayet osuruktan tayyaredir. Lakin taammüden öyle mi? Taammüden. Kelimenin kendisi ağır zaten, cezası da öyle; eskiden idamdı, şimdi kaldırıldı adam asmaca. Müebbet hapis, hayatın kodeste geçecek düşünsene. Göze almışın bu bir, gözü karalık gerek. İkincisi zekâ gerek bunun için, iyi bir tasarım, iyi bir strateji, plan program, zamanlama gerek. Zor iş anlayacağınız. Sıradan cinayetler gündelik hayatın tekdüzeliğinde yok olup giderken, Fatoş Beykal’ın kaleminde absürt ve kara komik bir karaktere bürünüyor. Her...

Kemik Çayı
"Gelmedin Ali Haydar. Kaç gün oldu görüşmeyeli, sarılmayalı, bakışmayalı, koklaşmayalı, titreşmeyeli. Aramadın, sormadın. Bak, bana neler ettik el ele verdik de. Önce söz kestik, ciğerime... Sonra kına yaktık, kalbime... İşte şimdi de nikâhımı kıydık, hayallerime... Annem renksiz. Teyzem muradına nail olmuşluğun sarhoşluğunda kasım kasım kasılıyor, sonunda oğlunu everdi. Osman mı? Bilmem. Hoş o da neler olduğunun farkında değil zavallı. Baş göz edildik nihayet. Hep birlikte, maaile, konu komşu, dost akraba, el ele verip Elif ’i katlettik!" Kum Gibi adlı romanıyla tanınan yazar Hatice Dökmen’in cesur ve yalın üslubuyla kaleme aldığı Kemik Çayı insan hikâyeleriyle dolu gerçekçi ve sarsıcı bir kitap... Daha çok kadının örselenmişliğine, sinmişliğine, sıkışmışlığına, tökezleyişine, örülen duva...

Merhum Nasıl Bilirdi?
Doğan Ekinci öldü. Herkes gibi sakince gömülüp bu dünyadan ayrılmayı beklerdi ama hiç de öyle olmadı. Şimdi bir cenaze töreninde gördüğü yüzlerin kendisini son yolculuğuna uğurlamak için orada olduğunu biliyor ve geçmişin anıları bir bir zihnine doluyor. Yıllarca garsonluk yaptığı kafenin müdavimleri, bazıları "dostu" da olan mahalle sakinleri onun son anlarına yaraları, neşeleri, hayal kırıklıkları ve umutlarıyla konuk olurken anlattıkları okuru da hayata ve ölüme dair derin bir muhasebeye davet ediyor.

Nereye Konacağını Bilemeyen Kuş Gökyüzünde Esirdir
Bu bir kaçak dövüş hikâyesi... Hem de insanın kendi kendiyle yaptığı, bilinmezliklerle, gizemlerle, sorularla ve cevapsızlıklarla dolu bir kaçak dövüş... Saklanmaktan yorulmuş olanlar için yazılmış bir hikâye... Kurgu gibi ama hakikat... Bilmeye hazır olanlar için kurgulanmış küçük sırlara ışık tutuyor. Hayır, ışığa bakma göremezsin. Işığa bakanların hepsi kör oldu. Feneri nereye tuttuğuma bak. İşte orası esaretini sonlandıracak olan yer. Orası huzurla konabileceğin yer. Orada kanat çırpmak zorunda değilsin artık. Unutma ki nereye konacağını bilmediğin sürece özgür sayılmayacaksın. Kanatların sahte bir özgürlük için açılmış olacak gökyüzünde. Ta ki sen yorulana kadar... İşte o zaman nereye konacağını öğrenmek zorunda kala

What Is Man
"What is Man" consist of series of dialogues between an elderly with a strong sense of humour and a young impatient man. Throughout the book, the author compares humans to machines. He argues that man has no impulse other than the pursuit of pleasure and the avoidance of pain. The book is a great starter for those who are seeking to understand why many of us have lost the meaning of life. This work questions how our personal values and the environment surrounding us shape our identity. Although written in 1906, today the dialogues still shed light on how people can take actions with their own free will.

Bir Psikopatın Peşinde
Hiçbir şey göründüğünden ibaret değildir. Gördüklerinizin ya da işittiklerinizin çok katmanlı başka anlamları da vardır. Vahşice katledilen genç kızın davası, memleket gündemini hayli karıştırınca, cinayet masası dedektifleri zaman kaybetmeden katilin peşine düşerler. Ancak dava öylesine şifrelerle doludur ki kimsenin işi kolay değildir. Parapsikoloji meselesinin enine boyuna masaya yatırıldığı bu gerilimli hikâyede, duyular dışı algı, sezgi, hissi kablelvuku gibi metafizik konular romanı bilimsel bir zemine de çekiyor ister istemez. Nörolog Dr. Sultan Tarlacı’nın kaleme aldığı Bir Psikopatın Peşinde 197 Gün her bölümde kendi içinde bir şifre barındıran farklı bir asal sayının gölgesine yerleştirilmiş olaylar örgüsüyle tam anlamıyla "kafa yakan" bir kurgu... Algıyla hakikat arasındaki bağı...

Dokumacı
"Ve Kula. Çölde bir erkek at ve sanırım ben ona aşığım. Ama o bunu bilmeyecek. Bir insanın bir hayvana böyle aşkı, ne bu çölde ne de başka bir yerinde dünyanın kabul görmeyecek sanki. Böyle hissediyor içim. Birbirinden bu kadar farklı iki şeyin aşk sayesinde yan yana olabileceğine gülecekler. Utanıyorum da bu yüzden, yanlış ya da yasak gibi düşüncelerim. Bunu da hissediyor içim. Ama Kula, bunu da bilmeyecek." Kula, çizgileri olmayan zebralar, kuyu çocuk, şarap ustası, dokumacı ve bu çölün kurtları... Buraya nasıl geldi bilmiyor. Geçmişiyle ilgili hiçbir şey yok aklında. Adı bile. Gördüğü rüyalarla kafası gittikçe karışan bu kız, bunların belki de hatıraları olabileceğini düşünüyor. Gerçeğin ne olduğunu böylece anlayabilir belki. Ama sonra soruyor kendine, hatırlamak, o gerçek mi? Ezgi Altı...

Fil Saati
Her şey tek bir sorudan evrilir, gelişir ve değişir: "Bu dünyadaki yerim nedir?" Elmasın kömürde, ipliğin pamukta gizli olduğu dünya burası. Sır hem gözünün önünde hem de gören gözün sindiremeyeceği kadar derinde. Aldığı nefesi kendi içinde kaybettiğini bilmeyen insan, kendi dışında arasa da neyi bulacak sanki? Hareket ediyoruz. Karşılaşıyoruz. Hatırlıyoruz. Unutuyoruz. Görünmeyeni arayan hareket hali içinde, yalnızca kendimizden kendimize doğru ilerliyoruz. Kâinat kocaman bir ayna. Hakikati aramak, kendini bulmak... Sevginin nefrete dönüşmesi de bunun yokluğundandır. Yeşeremeyen kararır. "Çok iyi, çok başarılı ve doğrudan yazılmış, büyük bir takdirle okuduğum sarsıcı bir roman." Prof. Dr. Uğur Batı "Her sayfası bir bulmacanın parçası. Çözerken kaybolup gidiyor ve mut

İnsan Tenhaları
Artık iyice eminim; insanı açlık veya çaresizlik değil, anlamsızlık yıkıyor. Zihinsel esneklik, çevik bir akıl sonucu teşkil olan bir birey, farklı ve çatışan fikirleri hoş gören bireysel basiretin ve erdemin temel koşuludur. Bunun sonucunda da bizi arındıran şey sınamadır ve sınavı bize ters gelen verir. Yani ne yapıyoruz? Arka bahçemizi temiz tutuyoruz! – Uğur Batı Edebiyata gönül vermiş genç kalemler insan ruhunun en tenha yerlerine gitti. Çünkü derinliklerin gösterecekleri ve uyandıracakları vardı. Sahici hikâyeler başka türlü nasıl yazılabilirdi? Bu çabanın kıymetini bilmek gerek. – Mario Levi Tersi zannedilmekle birlikte, nefes alan ve aldıran tenhalardır. Kalabalıklar sanılanın aksine, dibine kadar ıssızdır. Beyinler ve ruhlar kalabalıklarda değil ıssızlarda büyür. Cümbür cemaat düş...

Bensiz Ayna
Sıra dışı bir büyülü gerçeklik romanı "Artemis ürkek hareketlerle geriye döndü. Kahroldu. Korktuğu başına gelmişti. Dev ayna evdeki eşyaları, balkon kapısını, pervazda duran beyaz orkideyi, siyah kadife perdeleri, özel tasarım yer lambasını gösterdiği gibi Aynacı’yı da göstermişti. Tek eksik yine kendisiydi." Bir gün evinin baş köşesinde duran aynada kendini göremezsen ne yaparsın?

Sergüzeşt-i Kalyopi
İlk Türkçe macera romanı, ilk kez Latin harfli Türkçede! Bu kitapçık daha önce duyulmamış olaylar ve aklı hayrete düşüren manzaralar ile dolu olup sıralı on bir fasikülden oluşmakta ve ertelenmeksizin her hafta birer fasikülü basılıp yayımlanmaktadır. -T. Abdi, 1873 1873 Sergüzeşt-i Kalyopi (Kalyopi’nin Macerası) ilk yerli roman olarak kabul edilen Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’tan iki yıl önce, ilk macera romanı olarak kabul edilen Hasan Mellah’tan ise bir yıl önce basılmış bir macera romanı olma özelliği taşıyor. Bir Rum kızı olan Kalyopi’nin 1400’ler İstanbul’unda başlayan ve ülkelere, denizlere, adalara yayılan macerası sadeleştirilmiş ve orijinal metnin tenkitli basımıyla bir arada bu kitapta.

Yürek İşçisi
Türk şiirinin ağır işçisi Ahmed Arif’in hasretinden eskittiği prangalarla, aylar süren işkencelerle, cezaevleriyle, karşılıksız aşklarla, hasretle, mücadeleyle ama en çok da şiirle ve sanatla dopdolu geçen hayatının en nahif, en gerçek ve en duygulu haliyle kaleme alındığı bu kitap, hem bir dönemin hem de büyük bir şairin aklıyla yüreğinin romanıdır. "Bir şair Ahmed Arif Toplar dağların rüzgârlarını Dağıtır çocuklara erken Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri Daha deniz görmemiş çocuklara adanmıştır Kurdun kuşun arasında yaban çiçekleri arasında söylenmiştir Bir hançer kabzasına işlenmiştir..." – Cemal Süreya

Yarım
Boğazımız, o günkü Kazancı Yokuşu kadar tıkanıktı. Başka şeylerden konuştuk. 1977 yılı 365 gün değil de, 364 günmüş gibi davranmaya çalıştık. O yirmi dört saati yok saymayı tercih ettik ve içimize içimize sustuk. O gün bilmiyordum, susmanın da bir bedeli olduğunu. Yıllar sonra öğrenecektim o meşhur sözü: "İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur.’’ Bilsem, susmazdım. Kıyameti yaşadık biz. Bildiğim hiçbir kelime, içinde bulunduğumuz durumu ve yaşadığımız acıyı anlatmaya yetmiyor. Dünyanın sonunu yaşadık biz. En karanlık günü gördük biz. Aklımızı yitirdik biz. Ruhumuzu kaybettik biz. Annesinin izini süren Eylül, izi sürülen Aylin... İstanbul-Ankara-Viyana üçgeninde yaşanmış hayatlar, büyük bir aşk, siyasi olaylar, şimdiki zamanlar. "Yarım’’ kalan bir hikâyenin "tam...

Çit
"Şiddet hem uygulayanı, hem maruz kalanı, hem de üzerinde çalışanı mahvediyor!" diyor ya gazeteci Leyla Pervizat. Doğruymuş! Ben de mahvoldum. Bu kitapta kaleme aldığım gerçek bir vakayı romanlaştırabilmek için yıllarca kendi etimle beslendiğim de doğru maalesef... Çok ağladım, çıkar yol bulabilmek için çok debelendim. Şu "namus" dedikleri şey nasıl bir şeymiş ki biri gelip çaldığında işin suçlusu namusu çalan değil de, namusu yitiren oluyor? Olayın kahramanlarını yazabilmek için her birinin ruhuna girmek gerekiyormuş gerçekliği olduğu haliyle aktarabilmek için... Yazarının tecavüze uğraması gerekiyormuş, üşümesi, yaralanması, morga kaldırılması, kaçması, karanlıkta kalması ve katiliyle evlenmesi... Kitap bittiğinde eğer sizin de kalbiniz sızlıyorsa, içinizden bir ses akıl hastalıklarının ...

Küçük Antika Dükkanı
"TARİHTEKİ BÜTÜN KÖTÜLÜKLER, KENDİNCE HAYATI ADİL BULMAYAN BİRİNİN, NE İSTERSE YAPABİLECEĞİ GÜCE ERİŞMESİYLE BAŞLAMIŞTIR." Yazar Kılıç Arslantürk’ün ikinci romanı Küçük Antika Dükkânı, 1938 yılında Nazi işgali altındaki Avusturya’nın Linz şehrinde başlıyor. 16 yaşını doldurmak üzere olan Wolf’un, zor durumdaki ailesine destek olmak için çalışmaya başladığı küçük antika dükkânının sahibi yaşlı Yahudi Enos’la kurduğu ilişki, onu antikaların insana ilham veren hikâyelerine sürüklüyor. Tarihe utançla kazınmış eziyetlerin gölgesinde, okuru insani değerler, karanlık ve aydınlık üzerine düşünmeye de davet eden bu hikâye, İstanbul’da son buluyor.

Buzul Çağı
Usta bir çizer ve dünyanın en büyük müzelerinden biri, bu eserde bir araya geliyor...Avrupa çizgi romanının en parlak yeteneklerinden olan Nicolas de Crécy, ortak yayıncısı Louvre Müzesi olan dahiyane bir eser ortaya koyuyor.İnsanlığın tüm tarihinin unutulduğu, binlerce yıl süren bir buzul çağının ardından, bir grup arkeolog, Louvre Müzesi’ne yolculuk yapıyor; eski dünyayı, yıkıntılar altındaki kültürel mirasla anlamaya çalışıyor.Nicolas de Crecy, çizgi romanın önemli ödüllerinden Angoulême Ödülü’nü almış, Eisner’a aday olmuş bir sanatçı; yetenekli bir hikâye anlatıcısı. Buzul Çağı’nda tarih, bilim kurgu ve felsefi çıkarımları tatlı bir hikâye içine ustaca sığdırıyor